Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT), devlet adına radyo ve televizyon yayınlarını gerçekleştirmek amacıyla, 01 Mayıs 1964’de, özel yasayla, özerk tüzel bir kişiliğe sahip olarak kurulmuş, Mahmut Tali ÖNGÖREN ‘in Ankara’daki Mithat Paşa Stüdyosunda, 31 Ocak 1968’deki gerçekleştirdikleri açılış konuşmasıyla ilk deneme yayın hayatına başlamıştır. Haftada 3 gün, üçer saat olarak başlayan deneme yayınları 1 yıl sonra haftada 4 güne çıkmış; astronotların Ay’a ayak başmaları ve sanat güneşimiz Zeki MÜREN ‘in Ankara’da verdiği konser…Televizyon ekranlarından yansımıştı.
1970’de İzmir Televizyonu, ardından 1971’de İstanbul Televizyonu faaliyete geçmiş, 1972’deki Anayasa değişiklikleri ile kurum “tarafsız” bir kamu iktisadi kuruluş olarak tanımlanmış; 1973’de ise Türkiye Cumhuriyeti’nin 2’nci Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ ‘nün cenaze töreni naklen yayınlanmıştır.
20 Temmuz 1974’de başlayan Kıbrıs Barış Harekâtından tüm Türkiye ve Avrupa TRT yayınlarıyla haberdar olmuş, aynı yıl Televizyon yayınları haftanın her günü gerçekleştirilirken, yayınlar ülke nüfusunun %55’i (19 milyon) ve ülke yüz ölçümünün %28’i (210.861 km2) tarafından izlenir olmuştur.
Eurovision Şarkı ve Beste Yarışması’na Türkiye, ilk kez 1975’de TRT ‘nin organizasyonuyla girmiş, 1978 ‘de ise ilk su altı kameraları kullanılarak “Derinlerdeki Geçmiş” adlı belgesel renkli filmi çekilmişti.
1979 yılında, 5 ülkeden 133 çocuk 31 liderin katıldığı 23 Nisan Çocuk şenliği düzenlenmişti.
Giderek artan yayın saatleri ile birlikte TRT ekranları 31 Aralık 1981 yılbaşı gecesinden itibaren renklenmeye başlamış ve 1982 Anayasası hükümleri doğrultusunda 1984 yılında Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu yeniden düzenlenerek aynı yıl tamamen renkli yayına geçilmiştir.
1985 yılına gelindiğinde ise; 3 Ekim Perşembe günü, Gazeteci yazarUğur MUMCU, köşesinden izlediği renkli televizyon yöneticisine,Nutuk’tan başlığı altında şöyle seslenmişti:
—“televizyonda yaklaşık otuz haftadır izlediğimiz “Nutuk’tan” adlı program önceki gece yayımlanmadı. Devlet Tiyatrosu sanatçısı Sönmez ATASOY ‘un sunduğu program, Ankara Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN tarafından hazırlanmaktaydı. Prof. ÖZBUDUN, Nutuk’tan bölümler seçiyor; bu bölümler de ATASOY tarafından seslendiriyordu.
Programın yayımdan kaldırılan son bölümünün çekimi yapılmıştı. Bu bölümde, ATATÜRK ‘ün İstanbul hükümeti ve Padişah Vahdettin ile ilgili sözleri bulunmaktaydı.
Yayımlanmayan bu sözleri buraya aktaralım. ATATÜRK diyor ki:
-…”Milletin “Kahrolsun işgal!” şeklindeki şikâyet haykırışını boğmaya çalışan duygu ve idrak tan mahrum insanlardan kurulu, havyam ve içinde hain bulunan bir heyetin ahmakça ve cahilce ve miskince hareketlerinin seyircisi kalmak, akli anlayışı ve vatanseverliği olan kimselerden beklenebilir miydi?” (Nutuk, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1973, s:289)
-…”Harbiye Nazırı bu sözleri söylediği dakikada yalnız bir zatın güvenine sahip bulunuyordu. O zat da devlet reisliği makamını kirletmekte bulunan hain Vahdettin idi…” (Aynı kitap s:289)
-…”Çoktan köle olduğuna şüphe kalmamış olması lazım gelen padişah ve halifenin köleliği ile elde edilebilecek iktidar mevkiinin iktidarsızlığa örnek olması tabii değil miydi?” (Aynı kitap s:272)
Evet, ATATÜRK ‘ün İstanbul hükümeti ile Padişah Vahdettin’i suçlayan sözleri yayından kaldırılmıştır. Bu sözlerin çekimi yapılmış ancak program yayımlanmamıştır. TRT Genel Müdürü’ne soruyoruz:
—Niçin?
Bu program niçin yayından kaldırılmıştır?
Hemen, Yeni program dönemine giriyoruz. Onun için yanıtı verilmesin, hiç inandırıcı olmaz. ATATÜRK ‘ün Söylevi, orta yerden “pat” diye kesilmez. Söylev biter, program da böylece kalkar. Çekimi de yapılan bir programın durup dururken yayından kaldırılması bin bir kuşkuyu berberinde getirir. Soruyoruz:
—“ATATÜRK ‘ün sözlerini özetleyen Nutuk’tan adlı programın kesilmesine neden gerek görülmüştür?”
Bu soruyu soruyor; TRT Genel Müdürü’ne kendi döneminden önce yaşanan bir olayı da bu arada anımsatmayı gerekli görüyoruz:
Eski gazetecilerden Kemal Zeki GENÇOSMAN, televizyonda “Beni Hatırlayınız” adlı bir programda ATATÜRK ‘ten anılar anlatırdı. ATATÜRK ‘ün yüzüncü doğum yılı kutlama programları içinde yer alan programda rahmetli Kemal Zeki GENÇOSMAN, Vahdettin için şu sözleri kullanmaktaydı:
…-Ne var ki, düşmanla işbirliği yapmış, vatan kurtarıcıları üstüne “hilafet ordusu” adıyla Anzavurlar çeşidinden çapulcu takımı sürmüş, kardeşi kardeşe kırdırmış, Mustafa Kemal ve arkadaşları için idam fermanları imzalamış olan bir vatan hainine Kral George’nin domuzlarını emanet edip etmeyeceği bilinmezdi… (TRT yayın tarihi: 3 Temmuz 1981, Sivas, Damat Ferit Hükümetini düşürmüştü).
Bu yayının televizyonda yer almasından sonra sağ basında Padişah Vahdettin’i savunan yazılar çıktı; TRT ve Kemal Zeki GENÇOSMAN ağır biçimde suçlandı. Bir süre sonra da program yayından kaldırıldı.
İlginçtir, şimdi yayından kaldırılan programda da “hain Vahdettin” sözleri yer almaktadır.
Kemal Zeki GENÇOSMAN ‘dan alınan bu programdan sonra Kurtuluş Savaşı konularını içeren program Tercüman Gazetesi yazarlarından İlhan BARDAKÇI ‘ya verilmişti.
Daha sonra televizyonda —Tunca TOSKAY döneminde — Sultan Vahdettin’i övmek amacıyla yazdığı kitapta ATATÜRK ‘ü aşağılayan Necip Fazıl KISAKÜREK ‘in yaşam öyküsüne ve senaryosunu yazdığı filmlere — hem de iki kez — yer veriliyordu!..
Necip Fazıl KISAKÜREK, Türk dilini kuyumcu hüneri ile işleyen büyük bir şairdi. Ancak “üstad”, ne yazık ve acı ki, bir ATATÜRK düşmanıydı ve ATATÜRK Yasası’na muhalefet suçundan hapis cezasına çarptırılmıştı. (İstanbul Toplu Basın Mahkemesi’nin 8 Temmuz 1981 gün ve 1977/48 esas 1981/137 sayılı kararı, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 17 Şubat 1982 gün ve 1982/13 esas ve 1982/786 sayılı ilamı ile kesinleşmişti.)
Sultan Vahdettin için ATATÜRK ‘ün kullandığı sözcükleri yayımlamak yasak, ATATÜRK ‘e sövenlerin yaşam öykülerini ve programlarını “ATATÜRKÇÜLÜK” adına yayımlamak da serbesti!.
Bütün bunları anlattıktan sonra, “eski solculardan” TRT Genel Müdürü Tunca TOSKAY ‘a soruyoruz:
—“Nutuk’tan adlı programın çekimi de yapılan bölümü niçin yayınlanmadı?”
Herhalde, birdenbire kesilen bu program yerine “İslam’da laiklik” olduğunu ileri süren tek yanlı programlar gibi yeni bir dizi program hazırlanmıştır. Herhalde böyledir!. TRT Genel Müdürü’ne bu program müziği için şu halk türküsünü salık veririz:
—“Ankara’nın taşına bak / Gözlerinin yaşına bak / Uyan uyan Gazi Kemal / Şu dünyanın işine bak…”(3 Ekim 1985, Cumhuriyet, Uğur MUMCU, Gözlem s.1 – 13, sütun:7)
11 yıl sonra…
27 Ekim 1996 düzenlenen, Uluslararası Cumhuriyet Kupası Binicilik Yarışları’nın ikinci gününde, Türk biniciler birincilikleri paylaşmış, günün düzenlenen ikinci yarışında, Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in 5’nci kuşaktan torunu Neslişah EVLİYAZADE, “Yeni Asır Conielle” isimli atıyla birinci olmuştu. Uluslararası Cumhuriyet Kupası Binicilik Yarışları’nın üstünden 11 yıl geçmiş Neslişah EVLİYAZADE Posta gazetesinden Canan DANYILDIZ ‘a konuşmuştu:
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in 5’nci kuşaktan torunu Neslişah EVLİYAZADE, Canan DANYILDIZ ‘ın:
––“ATATÜRK ‘e aileniz kızgın mı?” sorusuna;
Süründüler, evet. Ama aksi olsaydı şimdi bu ülkede oturamazdık. Ne olurdu hain denmeseydi, biraz paraları olsaydı, bu dramları yaşamasalardı… Sadece bu var. 35 Padişahın mezarı burada, Vahdettin’inki Suriye’de. Niye orada kalsın? Ama asla ATATÜRK ‘e düşman ya da kızgın değiller. Belki ailemin, Osmanlı hanedanının sonu oldu ama Türk halkının da kurtuluşu oldu. Mustafa Kemal padişah olsaydı Osmanlı devam ederdi.” demişti.
Sultan Mehmet Vahdettin otuz altıncı ve son Osmanlı Padişahı olup 2 Şubat 1861’de Sultan Abdülmecid ile Gülistu Kadın Efendi’nin oğulları olarak İstanbul’da dünyaya gelmiş, Müttefik işgal kuvvetleri komutanı General Harington’a 15 Kasım 1922’de;
—“İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere Devleti Fehime’sine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahara naklimi talep ederim efendim” diye bir mektup yazarak 17 Kasım 1922’de günü sabaha karşı, yanındakilerle birlikte bir İngiliz ambulansıyla Tophane’ye getirilerek, buradan bir istimbotla İngiliz Malaya zırhlısına binmiş ve halkına hesap vermeden ülkesinden kaçmıştı.
ATATÜRK, Vahdettin’in kaçışı üzerine İstanbul’da bulunan Refet Paşa’ya şu telgrafı çekmişlerdi:
-…”Emanetleri korumak önemlidir, İngilizler emanetleri ancak silah kullanarak ve kan dökerek almalıdırlar. Bu hususta gerekenlere, bu açıdan kesin emirler verilmelidir.”
Padişah Vahdettin’in 9.0rdu Müfettişi olarak görevlendirdiği Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa; 19 Mayıs 1919’da Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basınca İstanbul Hükümeti’nin kendisine verdiği görevleri bir yana bırakarak, tarihin kendisine yüklediği sorumluluk bilinciyle, Anadolu’da başlayan ulusal direnişi güçlendirmeye koyuldu.
Mustafa Kemal Paşa, yorgun, yılgın, bitkin ve parçalanmış bir halka öz güven aşılamak amacıyla onları Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri içinde birleşmeye ve yurt topraklarının işgal edilmesini protesto etmeleri için mitingler yapmaya yönlendirdi. Silah arkadaşlarıyla bir araya gelerek vatanın ve ulusun kurtuluşunun ulusun azim ve kararıyla olacağını bildiren Anadolu İhtilali’nin ilk bildirisini yayınladı. Bölgesel kongreler yaparak tabandan tavana doğru demokratik katılımı esas alan bir harekete öncülük etti. Erzurum, Sivas kongrelerinin toplanmasını ve ulusal amaçların saptanmasını sağladı. Milli sınırlar içinde vatanın ayrılmaz bir bütün olduğunu, buraya yapılacak saldırılara karşı konulacağını, İstanbul hükümeti bu mücadeleyi yönetemez ise geçici bir hükümetin kurulacağını bildirdi.
Emperyalist devletlerin sunduğu, fakat özünde sömürgeciliğin ad değiştirmiş şeklinden başka bir şey olmayan, dönemin yükselen değeri mandacılık tuzağına düşmeden tam bağımsızlık ülküsüyle hareket etti.
Eylemini, meşru zemin dışına taşırmadan ulusuyla birlikte sabırla, özveriyle ve kararlılıkla sürdürdü. Ulusun haklı eylemlerini iktidara karşı isyan, başkaldırı şeklinde adlandıran ve ulusçuları yok etmeye çalışan teslimiyetçi Damat Ferit Paşa başkanlığındaki hükümetin düşürülmesini, Ali Rıza Paşa başkanlığında yeni bir hükümetin kurulmasını sağladı. Bu hükümetle varılan anlaşma sonunda ülkenin işgale uğramamış bölgelerinde seçimlerin yapılarak ülke ve ulusun yazgısını ulusun temsilcileriyle çizme yaklaşımını gerçekleştirdi.
12 Ocak 1920’de açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın, Erzurum ve Sivas kongrelerinden süzülüp gelen kararları Misak-ı Milli olarak kabul ederek Anadolu’daki ulusal eylemlere sahip çıkması İtilaf Devletleri’ni rahatsız etti.
Nitekim 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen geçici bir süre için işgal ederek ulusalcıları korkutmayı düşlediler. Onlarla işbirliği içinde bulunan Şeyhülislam da bir fetva yayınlayarak ulusalcıların katledilmesini buyurdu.
Padişah, Meclis-i Mebusan’ı feshetti.
Ancak, tarihinden gelen bağımsızlık ve özgürlük tutkusuyla hareket eden Türk Ulus’unu tüm bu olumsuzluklar durduramadı. Çünkü İstanbul’un işgalini, Türk devletinin varlığını sona erdirmeyi amaçlayan bir girişim olarak nitelendiren Mustafa Kemal Paşa’nın örgütlemesiyle Ankara’da yeni bir meclisin toplanması ve bunun için seçimlerin yenilenmesi hareketi başlatıldı.
Başta Osmanlı Padişahı ve onun atadığı hükümeti olmak üzere İtilaf Devletleri’nin, onlarla işbirliği içinde bulunan mandacıların, teslimiyetçilerin karşı koymalarına karşın 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılarak ülke ve ulusun yazgısına el koydu. Böylece İstanbul Hükümeti’nin ve Osmanlı Padişah’ının egemenlik alanı İstanbul ve çevresine hapsedilmiş oldu. Padişah ulusal önderlerin idam edilmesini öngören güdümlü Divanı Harbi Örfi kararnamesini ve Türklere bağımsızlık hakkı vermeyen, ülkeyi parçalara ayıran Sevr Antlaşması’nı onayladı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ise, İstanbul hükümetinin kışkırtmalarıyla emperyalist güçlerin silah ve cephane yardımlarıyla çıkarılan iç isyanlar bastırdı. İngiliz parasıyla oluşturulan Kuva-yı İnzibatiye’yi dağıttı.
Doğu’da Ermenileri, Güneyde Fransızları yenerek barış yapmak zorunda bıraktı.
Emperyalist güçlerin yönlendirmesiyle İzmir’den başlayarak Anadolu içlerine doğru ilerleyen Yunan güçlerine 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruzla son tokadı indirerek onların da yurttan kovulmasını sağladı.
Böylece kadın erkek, genç-ihtiyar, varlıklı-yoksul, doğulu-batılı-güneyli-kuzeyli, Alevi-Sünni ayırımı yapmadan tüm ulus bireylerinin katılımı ile başlatılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın birinci bölümünü Mudanya Mütarekesi ile noktaladı.
15 Ekim 1922 ‘de yürürlüğe giren Mudanya Mütarekesi gereğince; Trakya’yı teslim almak üzere İstanbul’a gelen Refet Paşa’yı halk büyük bir törenle karşıladı (19 Ekim 1922). Refet Paşa çeşitli toplantılara katıldı ve çeşitli konuşmalar yaparak meşrutiyete artık geri dönmeyeceklerini, kişisel egemenliğin, hanedan egemenliğinin milleti felakete sürüklediğini, hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette olduğunu söyledi.
Refet Paşa’nın konuşmaları ve yaşanan gelişmeler padişahsız da bu ülkenin yönetilebileceğini gösterdi. Bu da Vahdettin’i korkuttu.
29 Ekimde Vahdettin ile dört saat görüşen Refet Paşa, ona artık İstanbul’da bir hükümete gerek kalmadığını, dolayısıyla hükümetin istifa etmesini bildirdi. Ancak Vahdettin, bu isteğin iktidarının sonu olacağını anladı ve reddetti.
Anadolu’da başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı’na başından beri karşı olan İstanbul Hükümeti’nin savaş sonrasında Lozan’da yapılacak ve Doğu Sorunu ‘nu çözecek olan barış görüşmelerine çağrılması; 600 yıllık İmparatorluğun sonunu getirdi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922’de hilafeti saltanattan ayırarak saltanatı kaldırdı.
Tevfik Paşa başkanlığındaki Osmanlı Hükümeti istifa etti(4 Kasım 1922).
Artık özgürlüğüne kavuşmuş olan basın, eleştiri oklarını Padişaha yöneltti.
10 Kasım 1922’deki Cuma Selamlığında kimse Padişahla ilgilenmedi. Padişah, Ali Kemal’in kaçırılıp öldürülmesinden sonra hayatından daha çok endişelenmeye başladı.
Müttefik işgal kuvvetleri komutanı General Harington’a İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere Devleti Fehime’sine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahara naklimi talep ederim efendim diye bir mektup yazarak 17 Kasım 1922’de İstanbul’da bulunan İngiliz Malaya zırhlısına bindi ve halkına hesap vermeden ülkesinden kaçtı.
İngilizlerin yardımı, Arapların desteği ile halifeliğini sürdüreceğini düşünen Vahdettin; Kral Hüseyin’in çağrısı üzerine Mekke’ye gitti. Burada hilafetle saltanatın ayrılmasının şeriata aykırı olduğunu bildiren bir bildiri yayınladı. Böylece Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı kararı geçersiz kılmaya çalıştı. Ancak sonuç beklediği gibi olmadı. Daha sonra Vahdettin buradan ayrılarak San-Remo’ya geçti ve ölünceye kadar (l6 Mayıs 1926) burada kaldı.
Çetin bir mücadele sonunda Lozan Antlaşması ile varlığını ve bağımsızlığını dünya uluslarına tanıtan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan etti. Türk Ulusunu çağın gerisinde bırakan kurallara ve kurumlara savaş açtı. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, yapacağı uygarlık savaşında önüne engel olarak çıkacağını gördüğü ve geçerliliği de kalmamış olan Hilafeti 3 Mart 1924’te kaldırdı. Hanedana mensup kişileri ülkeden çıkardı.
Bu olay büyük yankı yarattı. Ulusuna hesap vermeden kaçan Vahdettin daha önce yaptığı gibi şimdi de kimi devletlerin başkanlarına mektup yazarak Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kararını geçersiz kılmaya çalıştı ve bu konuda onlardan yardım istedi.
Onun tarafından yazılıp Amerika Başkanı’na gönderilen mektup bunun kanıtıdır.
Mektup, San-Remo’da Padişah Vahdettin tarafından yazılmış ve Halis Reşat Bey tarafından Paris’te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini IS Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington’a göndermiştir. Mektup Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi’nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.
Mektupta üzerinde durulan konular nelerdir?
Vahdettin hala Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe karıştığını ve yerine yeni bir devletin kurulduğunu kabul edememektedir. Mevcut durumu geçici görmektedir.
Kendi iradesiyle ülkeyi terk ettiği halde hala saltanat ve hilafet haklarının varlığından söz edebilmektedir.
Ankara’da toplanan ve ulusun gerçek temsilcilerinden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerini fitne çıkaran isyancı kişiler olarak görmekte ve bunların alacağı kararları geçersiz saymaktadır. Dolayısıyla da Türkiye Cumhuriyeti’ ni tanımamaktadır.
Saltanat ile hilafetin ayrılmasını, önce saltanatın daha sonra da hilafetin kaldınlmasını sağlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerini dini, kökeni, vatanı belli olmayan asker kişiler ile onlarla işbirliği içinde bulunan küçük bir şer zümresi olarak nitelemektedir.
Vahdettin, hilafeti kaldırmanın Türk Ulus’unun yetkisinde olmadığını, hilafet sorununun tüm İslam ülkelerinin gönderecekleri uzman kişilerden oluşacak bir meclis tarafından çözüme bağlanabileceğini iddia etmektedir. Ayrıca şeriata aykırı kararların hangi makam tarafından alınırsa alınsın geçersiz olacağını belirterek ulus egemenliğine dayanan bir devletin var olduğunu kabul etmemektedir.
Vahdettin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bu kararların İslam dünyasında olumsuz yankılar yaratacağı gibi, diğer ülkelerin iç güvenliklerinin bozulmasında da etkili olacağını belirterek adeta aba altından sopa göstermektedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı hilafetin kaldırılması ve hanedan mallarına el konulmasını öngören 3 Mart 1924 tarihli yasayı kişisel haklara indirilmiş bir darbe olarak nitelemekte ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kişi hakları tanımayan bir devlet olarak göstermeye çalışmaktadır.
Vahdettin, saltanat ve hilafet sorununun çözümlenmesi için diplomatik bir üslup ile Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’ndan yardım istemektedir.
—“Amerika Cemâhir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenablarına
Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.
Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara Meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm.
Şöyle ki;
İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatından soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur.
İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.
Hanedanın ileri gelenleri aleyhinde Ankara Meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanın bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir. Bu konuda yüce kişiliğiniz ve Cumhuriyet Hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur.
Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.”
13 Mart 1924
Mehmed Vahideddin
Amerika Cemiihir-i MüUefikeRe’isi Mösyö Kolidec[CalvinCoolidge] Cenahlarına;
Vukû’at ve hâdisat-ı siyâsiyeninbi’ i-cümle ledunniyyâtınanüfûz-i vukûf-ı siyâsileri der-kâr olan zat-ı âsilâneleri nezdinde ne gibi esbâb-ı vesâik-i mücbirlerinde makarr-ı saltanatımı bir müddet-i muvakkate içün terk etmekte muztar kalmış olduğum ma’lûm olduğu bedihi olmasıyla bu bâbda arz-ı hâl ve tafsilâta lüzum görmüyorum.
Bu müfârakatbi’l-ırs ve’ i-istihkâkhâ’iz olduğum saltanat ve hilâfet makamından feragatimi mutazammın olamayacağı bedi’hi ve aşikâr olub Ankara Meclisi gibi bir fıtne-i bâgiyenin buna dair vâki olan ve vukü’bulacakbi’ I-cümle mukarrerâtıka’in-i lemyekun hükmünde olduğu vâreste-i arz ve beyândır. Ez-cümle hilâfet-i İslâmiye’ninSaltanât-ı Osmaniye’den tecrîd ve tefriki ve hilâfetin külliyen ilgası gibi dini, kavrmiyeti, vatanı meşkûk ve mahlut askeriyeden ve sunûf-ı sâ’iredenmürekkeb bir şer zümre-i kalîl ile kısmen cebr ve ikrah ile kısmen cehl ve gaflet ile sevk edilen beş altı milyonluk malum Türk kavminin daire-i selâhiyetidahilinde olmayıp bu ancak bütün âlem-i İslam tarafından tayin olunan erbâb-ı ihtisasdanmürekkeb bir meclis akd ve İcmâ-ı ümmet ile hal ve fasl edilecek bir mesele-i uzmâ ve âlem-şümûldur. Ulemâ ve İslamınma’lûmu olduğu veçhile ahkam-ı şer’-i şerre mugayir mukarrerât her ne makamdan sâdır olur ise olsun mahkûm-ı akâmetdir. Bundan mâ’ada ahvâl-i hâzıradameşhûd olduğu veçhile âlem-i islâm’da neticesi pek vahim olabilecek ber-nehc-i azîm ikâ’sınamüstaid ve mesâil-i sa’ire-i siyasiyeye ve asâyişden ve milel üzerine te’sîr-i azi’mikaviyyen melhuzdur.
Başkaca erkân-ı hanedanın aleyhinde Ankara Meclisi tarafından bu kere ittihaz edilen nef ve tagrîb ve müsadere-i emlak ve emval-i hususiye ve şahsiye gibi tedabir ve mukarrerat aza-yı hanedanımı hukûk-u insaniye ve şahsiyelerindentecrîd mahiyetinde olmasıyla bu bâbda zat-ı asîlâneleri ve hükumet-i Cumhuriye tarafından bi’kfi’limkan dairesinde vaki’ olabilecek mazhariyetin pek kıymetdar telakki edileceği müstefi-i beyandır. Bi’l- vesile devâm-ı afiyetlerini cenâb-ı hakdan niyaz eylerim.
Fi’ 13 Mart sene 1924 Mehmed Vahdeddin (Kaynak: Vahdettin’in Amerikan Başkanına Mektubu, İhsan GÜNEŞ)
Eksiklikler benim, fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız efendim.