-…”Varsın Ankara olsun.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk ve dünya tarihi içinde eşsiz bir kişidir; Türk Bağımsızlık Savaşı’nın önderi, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türk çağdaşlaşma hareketinin lideridir. Askerliği, devlet adamlığı, inkılapçılığı yanında düşünce bakımından da seçkin bir fikir adamıdır. Altmış yaşını bulmayan yaşamı, dünya tarihinin en hareketli evreleriyle çakıştığı gibi, yaşadığı yerler de buna koşut bir panorama yansıtmaktadır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün en uzun ikamet ettiği üç yer sırasıyla, ‘Selanik, Ankara ve İstanbul’ olmuştur:
“1881/1899 yılları arasındaki çocukluk-gençlik çağını doğum yeri olan Selanik ve Manastır’da yaşamış;
1899/1905 yıllarında İstanbul’da okumuş;
1905/1919 subaylık evresinde Suriye’den Balkanlara, Libya’ya, Anadolu’ya kadar geniş bir coğrafyada görevler üstlenmiş;
1919-1938 son evresinde ise resmi ikametgâhı Ankara olsa da, 1899’da Harbiye Mektebine gelişinden 19 Kasım 1938 Cumartesi gününe kadar İstanbul’daki kalış süresi, aralıklarla on yıla yakın olmuştur.”
Konu, Cumhuriyet dönemiyle ve “ikametgâh” (Cumhurbaşkanlığı konutu) ile sınırlı tutulduğunda ise Ankara’da Çankaya Köşkü, ikinci sırada İstanbul’daki Dolmabahçe Sarayı yer almaktadır. Cumhuriyet’in başkenti Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı konutu Çankaya’ya karşılık, 1 Temmuz 1927-1938 arasında da eski saltanat payitahtı İstanbul’da “Beşiktaş Saray-ı Hümayunu” (Dolmabahçe) ikincil Cumhurbaşkanlığı konutu işlevinde olmuştur.
Ankara, 29 Ekim 1923’te ilan edilecek Cumhuriyet’in başkenti olmuş (13 Ekim 1923’te), Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ilk defa 1919 yılının Aralık ayının 27’nci günü gelmiştir. Ünlü Türk tarihçi, eğitimci ve yazar Enver Behnan Şapolyo, eserinde o günü şöyle aktarmıştır:
Açık ve ılık bir hava… Öğleden sonra saat 15.10… Bu dakika uzaklardan bir otomobilin korna sesi bütün insanları yerinden oynattı. Kızıl yokuşta toz dumana karıştı. İki otomobil… Alkış ve yaşa sesleri yeri ve göğü inletiyordu. Çankaya ve dikmen tepelerinden güzel sesli hafızlar salât ve ezan okuyorlardı.
Büyük harpten kalma eski ve boyası dökülmüş, motoru adeta işlememek için isyan ettiği hissi bırakan ve takırtılı sesler çıkaran tekaüde çıkartılmış iki otomobil yaklaşıyordu. Otomobiller Gölbaşı’na gelince Yahya Galip Bey ve Ali Fuat Paşa Mustafa Kemal’in otomobiline bindiler. Mustafa Kemal Paşa’nın şoförü Mehmed Efendi adında birisiydi. Kırşehir’in bozuk yollarında otomobillerin lastikleri patlamıştı. Lastiklerin patlak yerlerine şoför Mehmet paçavralar tıkamıştı. Bunu bana Atatürk anlatmıştı.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 27 Aralık 1919 günü Ankara’ya ilk defa geldikleri zaman, Ankara vilayetinin haftalık “Ankara” adlı bir dergisi (gazetesi) vardı. Bu gazete 1288 Rumi tarihinde tesis edilmiş, o güne kadar elli bir sene geçmiş, 2209’ncu sayısını yayımlamış, Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya gelişini 29 Aralık 1919 Pazartesi nüshasında şöyle yazmıştı;
—“Müdafaa-ı Hukuk Heyet-i Temsiliyesi
Bir haftadan beri Ankara’yı teşrifine intizar olunan Sivas Müdafaa-ı Hukuk Heyet-i Temsiliyesi âzâ-yı kirâmı, 27 Kânunuevvel 1335 Cumartesi evvelki gün akşamüzeri merkezi vilayete muvasalat buyurdular.
Üç gün evvelden başlayan tertibat ve tezahürat, havanın âdeta baharı andıran letafetiyle beraber öyle bir şekil almıştı ki şehrin herhangi bir tarafına bakılsa umumî bir düğün veya millî bir bayram inşirahı görülüyordu.
Kadın, erkek bütün halk sokaklara, caddelere dökülmüş, neşeli bir intizar içinde fevç fevç, heyet-i muhteremenin geleceği cihete koşuyorlardı.
Merkez sancağına tâbi kazalardan, mahallî eşraf ve civardan mürekkep olan akdemce Ankara’ya gelmiş olan heyet-i istikbale, rüesay-ı memurini mülkiye, ümera ve zâbitânı askeriye, ulema, eşraf ve mütehayyizanı memleketle beraber Beynam kariyesine kadar istikbale şitâban (koşuşuyorlardı) olmuşlardı. Türklüğün uluvv-i azim ve imanına, semahat ve iz’anına delâlet eden bir vakar ve heybetle, heyet-i muhtereme müstakbellerin şehre muvasalat ve dâvetlerinde bilcümle mekâtip ve mevcut talebe ve talibatı, esnaf heyetleri, milli kıyafetleri ve milli oyunlarıyla bilhassa nazarıdikkat ve takdiri celbeden Ankara delikanlıları ve bütün ahali-i memleket tarafından kemâl-i meserret ve samimiyetle karşılanmışlardır.
Ankara’nın sahâif-i târihiyyesi içinde hiçbir vaka hiçbir hareket tasavvur edemiyoruz ki bugünkü tezahürat kadar esas ruhundan, ruhu milletten doğmuş olsun! Bu şekil ve itibar ile de biz bu tezahürattın samimiyet ve mekânetini, müdafaa-ı hukuku milliyenin ruhunu teşekkül ve tecellisindeki ulviyette, azim ve hedefindeki kutsiyet ve ciddiyetinde buluyoruz. Ve katiyen anlıyoruz ki bu millet artık insanca, asrı hazırın insanlık namına kabul ettiği hertürlü hukuka sahip olarak yaşamak, böyle yaşamak içinde şeddi râhı âmali olabilecek meşak ve mehâliki hal ve metanetle azim ve tevessül etmiştir. Namiye-i inkişaf ve taazzuvunu bu azmi katiden alan o teşkilâtı milliye ki milletin öz yüreğinden taşan en asil en nezih duygularla besleyerek büyümüş, o teşkilât-ı milliye ki vatanın, Türklüğün niyazı minnet ve rehası en hâlis en müsmir kuvvet ve muhabbetle ihtihsale azmetmiştir. Bu neticeyi pek yakında idrâk ve iktitafa müvekkil olan zevatın samimiyet ve ulviyeti vicdanları karşısında Ankaralıların elinde ihtiramat ve tazimat-ı kalbiyesinin en lekesiz âsarını izhar edecektir. Ve elhak bu emelinde muvaffak olmuştur.
Teşrif buyuran heyet: Mustafa Kemal Paşa hazretleriyle Rauf Bey, Rüstem Bey, Mazhar Müfit ve Hakkı Behiç Beyefendilerden ve maiyetleri erkân-ı âliyesinden ibarettir.”
4 yıl sonra…
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 16/17 Ocak 1923, saat 9,5’tan sonra İzmit Kasrı’nda (Kasr-ı Hümayun) İstanbul gazetecileriyle bir basın toplantısı düzenlemiştir.
Atatürk: –…”Konuşacağımız esaslı sorunlar ne ise önce onları saptayalım. Hangi noktaları öğrenmek istiyorsunuz?”
İleri Gazetesi Başyazarı Suphi Nuri Bey (İleri): …”Üçüncü, dördüncü derecede olmak üzere merkezi hükümet neresi olacaktır?”
Atatürk:-…”Hükümet merkezi neresi olacaktır diye söz edilmiştir. Lozan Konferansı sonuçlarının bugüne kadar ulaştığı aşamaya ve ulaşacağı sınırlara yakın olan yerlere bakışlarımızı dolaştırdık. Merkezi hükümet neresi olmalıdır?
Bendenizce iki açıdan incelemek gerekir.
Birisi; her tür taarruz ve tecavüze karşı yerinden kıpırdamayarak gücünü koruyabilecek ve rahat edebilecek bir yer olmalı. Bu nedenle elbette memleketin merkezini araştırmak gerek. Yoksa bir geminin topundan telaşa düşecek bir yerde hükümet merkezi olamaz.
İkincisi; hükümet merkezi öyle bir yerde olmalıdır ki, hükümet dikkatini memleketin her yerine eşit şekilde yöneltebilsin. Eğer memleketin bir köşesine çekilirsek o durumda onarılmış ve bizden uzak olan yerleri unutabiliriz. Bilirsiniz ki, Anadolu bugün doğudan batıya, kuzeyden güneye kadar istisnasız her noktası yıkıntı halindedir, baykuş yuvası halindedir. Yani kasaba, şehir denecek hiçbir yeri yoktur. Niçin böyledir? Bunun için birçok neden vardır. Fakat o nedenlerden birisi de, hükümet merkezinin İstanbul’da olmasıdır. İstanbul tabii gayet hoştur, geniş bir yerdir. Memleketimizin en gelişmiş ve uygar bir bölümüdür ve orada oturmakla bu imarı kazanmıştır. Fakat bu uygarlık ve bu genişlik içinde bütün dikkatimiz, bütün varlığımız kendinden gelmiştir. Asıl gerçek kaynaklardan ve doğal dikkatten uzak kalmıştır. Onunla uğraşamamışızdır. Yalnız oradan almışızdır. Bu memlekette çalışmak isteyenler ve bu memleketi yönetmek isteyenler, memleketin içine girmeli ve bu zavallı milletle aynı koşullarda yaşamalı ki, ne yapmak gerektiğini ciddi olarak duyabilsin. Bir insan Ankara’da başka türlü düşünür, İzmir’de, İstanbul’da başka türlü düşünür, Paris’te büsbütün başka türlü düşünür. Dolayısıyla onun için hükümet merkezinin Anadolu’da olması gerekir. Orada çalışmak gerekmektedir. Gerçekten Anadolu’nun ortasından başka bir şey düşünmek istersek, genişliği ve bayındırlığı ve güzelliği açısından akla gelebilecek yerlerden birincisi İstanbul, ikincisi Bursa, üçüncüsü İzmir’dir.
Şimdi efendim, İstanbul birçok açıdan hükümet merkezi olamaz. Ve bu yetkiyi kaybetmiştir. Bursa bile içte olmakla güvenilir değildir. Yine sahilin topçu ateşi altındadır. Bir düşman donanması Bursa’yı bombardıman edebilir. İzmir’de aynı nedenle hükümet merkezi olamaz.
Anadolu’nun ortasında merkez olacak bir şehir ancak Ankara – Kayseri – Sivas üçgeni içinde bir noktada olmalıdır. Fakat böyle bir noktada yeni bir şehir yapıp o şehrin bütün memleketle bitişmesini sağlamak biraz güçtür. Bu üçgenin bir başında bulunan Ankara, Türkiye’nin pekâlâ merkezi olabilir ve olaylarda orasını merkez yaptı ve bereketli bir merkez yaptı. Dolayısıyla Ankara’ya karşı nankörlük etmek doğru değildir.
İstanbul birçok açıdan yine değerini, onurunu koruyacaktır. Ve Ankara’da oturmak ve çalışmakla beraber hepimiz oradan yararlanacağız. Fakat sürekli oraya gitmek isteyenler gidebilirler, oturabilirler. Fakat memleket için gerektiği kadar çalışmazlar ve zat-ı âlileri gibi aydınlar ve millete doğru yolu göstermek için çalışan ve bunu şiar edinen kişilerin tümü, doğrudan doğruya Ankara’ya gelsin ve bu isteği kendisinde duysun! Ve aynı zamanda Ankara’ya değil, Van’a, Erzincan’a, Bitlis’e de gitsin.
Bugün burada konuşurken, şunu yapalım, bunu yapalım diyoruz. Bunların hepsinden önce zat-ı âlileri gibi kişilerin oraya gelip çalışması gerekmektedir. Örneğin Ziya Gökalp Bey Diyarbakır’dadır. Gazetesinden bugün çok yararlanılır. Fakat oradan ayrılması memleketi için çok zararlıdır. İki günlük hayatıyla Diyarbakır’da yarattığı duyarlılık dikkate değerdir. Dolayısıyla zat-ı âlileri gibi kişilerin her bir başlı başına gidebileceğiniz çevrelerde bir dünya yaratabilirsiniz. Memleketin içinde yalnız bir yerde değil, beş on yerde ışık merkezi, bilgi merkezi meydana getirebilir miyiz ki, memleket mutlu olabilsin, ben bu sorunu söz konusu etmeyi mantıksız görüyorum.
Yani merkez neresi olacaktır?
İstanbul’un merkez olabileceğini düşünmek akla gelir mi?
Merkez İstanbul’da olmadıktan sonra Eskişehir mi olsun?
Varsın Ankara olsun.”