Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordularının Ebedi Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk diyor ki: ”Bir ordunun cevheri ne olursa olsun, siyasete karışırsa, birlikte hareket ve savaşma kabiliyetini esasından kaybeder ve vatanın müdafaa gücünü hiçe indirir. Siyasete karışmış bir ordunun, karışmadan önceki disiplini ve savaşma kabiliyetini yeniden kazanabilmesi için çok zaman ister.”
Aşağıda okuyacağımız mektup, Yarbay Mustafa Kemal Paşa tarafından Sofya’dan 17 Eylül 1914 tarihinde yazılmıştır. Ancak bir mizah lisansıyla yazıldığı bilinen bu mektubun kime yazıldığı tam olarak belli olmamakla birlikte ilk defa Minber gazetesinde, “Ahmet Hulki (?)” imzasıyla yer almıştır (Minber, 19 Kasım 1918, Sayı:18, s:1).
Bilindiği üzere “Minber” adlı gazete, 1 Kasım 1918’de İstanbul’da yayın hayatına başlamış, günlük olarak yayımlanmış ancak toplamda 51 sayı çıkmıştır. Gazetenin başında Ali Fethi (Okyar) vardır, imtiyaz sahibi ve sorumlu müdürü ise Dr. Rasim Ferit (Tek)’dir. Gazete’nin 17 Kasım 1918 tarihli nüshasında “Mustafa Kemal Paşa ile Mülakat” adı ile bir yazı yayımlamış, iki gün sonra da “Nühüfte Bir Sima (Gizli Bir Sima)” başlığıyla Mustafa Kemal Paşa’nın Sofya’dan 17 Eylül 1914 tarihli mektubuna yer vermiştir. Ancak, imza sahibi “Ahmet Hulki Bey(?)” mektubun bazı bölümleri ile kişi adlarını “(…)” çıkartarak yayımlamıştır (1).
Kaynağıma göre, Yarbay Mustafa Kemal tarafından Sofya’dan “Bir Dostuna Yazdığı Mektup” günümüze ulaşmış haliyle şöyledir:
-…”Sofya’dan İstanbul’a gelip (…)’ı gören ve benim arkadaşım olan bir kişiye (…) odası kapısında bir münasebetle adımın geçmesi üzerine (…): “Onun yüzünü şeytan görsün” diyor.
İstanbul’a gelip bu gibi insanların yüzünü görmek bana acı verecektir.
Bundan başka birtakım insanlar vardır ki, benimle gayet samimi arkadaş gibi göründükleri halde, bilmem geçmişin bazı yanlış anlamalarından mı, yoksa bazı anlayış ve huy ihtilaflarından mı nedir, hakkımdaki fikirleri daima olumsuzdur. Mesela (…)’ın beni biraz övmesi üzerine, bu övgünün aleyhimde ne şekilde yorumlandığını sen pekâlâ bilirsin. Ve ben zannediyorum ki, bazı kimseler – bugün ve gelecekte herhangi bir anlaşmazlık zemini kalmamak ve bu suretle vatan ve millete hizmet (!) edilmiş olmak inancıyla – benim, her ne şekilde olursa olsun vücudumun ortadan kaldırılmasını dahi doğru görebiliyorlar. Bu şekilde düşünmekte ne kadar haksız olduklarını izaha lüzum görmem. Çünkü siz benim fikir ve hislerime değil, kalp ve vicdanıma nüfuz edensiniz.
Pekâlâ, bilirsiniz ki, benim bütün hayatımda, bu ana kadar takip ettiğim gaye hiçbir vakit şahsi olmamıştır. Her ne düşünmüş ve her ne teşebbüs etmiş isem, daima memleketin, milletin ve ordunun adına ve menfaatine olmuştur. Hiçbir zaman şahsımın öne çıkmasını ve sivrilmeyi dikkate almamışımdır.
Eğer o yaratılışta olsaydım, yazık ki maceracılığa pek müsait olan muhit ve vaziyetlerde fırsatlar eksik değildi. Bugün de, çizgim geçmiştekinin aynıdır. Gayesi vatan ve milletin kurtuluşu ve ordunun ıslahı noktasına yönelik olan ve bu gayeyi nezih ve her türlü şahsi hislerden arınmış olarak takip edenlerle birlikte çalışmak, bence pek keyifli bir iş olur.
Bu şartın olmaması halinde memlekete zararlı olmaktan Allah beni esirgesin. Şahsi dargınlığını birtakım menfi teşebbüslerle tatmine kalkmak adiliğine katiyen tenezzül etmem; azami yapacağım şey, istifa edip tevekkül içinde geçimimi sağlama yollarına başvurmaktan ibaret olur.
Hangi tarafın galip geleceğine dair fikri kanaatimi söylemekten sakınırım. Nazik ve mühim bir devre içinde bulunduğumuza şüphe yoktur. Almanlar büyük ve hayret verici bir saldırıyla, birçok Fransız kalesini çiğneyerek sağ kanadı ile Paris’i geçip Fransız ordusunu – arkası İsviçre’ye olmak üzere – sıkıştırdı. Bunun, Almanların tek maksadı olduğunda ve onu da başardıklarında herkes fikir birliğindeydi. Ve bütün kâinat artık son ve kati meydan muharebesini ve onun neticesini bekliyordu. Hâlbuki bu neticeye karşılık, Alman ordularının Fransız ordusu karşısında yüzlerce kilometre geri çekildiği görüldü.
Doğuda Ruslarla Almanlar ve Avusturyalılar arasında cereyan eden vakalarda, Doğu Prusya’da Ruslar bozuldu, fakat güneyde Rusların pek üstün kuvvetleri karşısında Avusturya ordusu çekiliyor, batıda Fransız ordusu taarruza hazır. Dolayısıyla Alman ordusu serbest değil. Doğuda Rus ordusu üstün ve Avusturya ordusu çekilmeye mecbur.
Vaziyeti şöyle yorumlayabiliriz:
Almanlar Fransız ordusunuz kati meydan muharebesiyle henüz mağlup edemeyeceklerini ve Avusturya ordusunun üstün Ruslar karşısında daha fazla mukavemet edemeyeceğini görerek batıda bütün ordu ile geri çekilerek nispeten doğuya yaklaşmak ve sonra Fransız ordusu karşısında bir müdafaa ordusu bırakarak kalan ordularıyla doğuya yönelip, Avusturya ordusuyla birlikte Rus ordusunu varmak istiyorlar.
Pek güzel! Fakat bu defa, Rus ordusu geriye, doğuya çekilmeye başlarsa ve bu orduyu yakalayıp ezmek mümkün olmazsa ve diğer taraftan Fransız ordusu mukavemet için yardım talebine mecbur olursa bu defa gene doğuda Ruslara karşı bir müdafaa kuvveti bırakıp batıya mı yönel inecek? Ve böyle mekik gibi bir doğuya bir batıya gidegele Alman ordusunun hali ne olur?
Aziz kardeşim, hürriyetin ilanı günlerinde bilmem nerede nutuk çekmeye kalkışıp da iki şaklak üzerine kürsüden inen ve niye indin sorusuna karşın “Ne… Şaklak ettiler ya! Demek iş bitti!” diyen ağanın hali olmaz mı?!” (Bu hikâyeyi sen söylüyordun, şaklak mı, tapşın mı, sen bilirsin!)
İşte, bugünkü halimizi bir mizah lisansıyla ifade etmek istersek acaba aynı cümleyi tekrar edemez miyiz?
4 Eylül 1330, (17 Eylül 1914) Mustafa Kemal.”
Tarihi araştırma kitaplarıyla tanıdığımız gazeteci ve yazar Niyazi Ahmet Banoğlu imzalı “Tarih Coğrafya Dünyası” adlı esere göre, bu kişi (…): Enver Paşa’dır (2).
Gazeteci ve yazar Sadi Borak ise 17 Eylül 1914 tarihli ve Mustafa Kemal Paşa imzalı mektubun Sofya’dan Tevfik Rüştü (Aras)’a yazıldığını belirtmektedir (3).
Mustafa Kemal Atatürk’ün son başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 3. Cumhurbaşkanı Mahmut Celal Bayar’da, “Ben de Yazım” adlı eserinde “Mustafa Kemal, Birinci Cihan Harbi’ne Girmemizi İstemiyordu, Görüşleri” başlığı altında Mustafa Kemal Paşa’nın Sofya’dan 17 Eylül 1914 tarihli mektubuna şöyle yer vermiştir:
–“Mustafa Kemal Sofya’da Askeri Ateşe iken, 1914 -1918 Harbi’ne girmemek için siyasi dostlarını ikaza çalışmıştı. Bize hususi sohbetlerimizde bunu anlatırdı. Ayrıca Sofya’dan bu yolda yazdığı mektuplardan birisini de, yaveri (daha sonra milletvekili olan) Salih Bozok’ta görmüş, okutmuştum. Diğeri de Dr. Tevfik Rüştü Aras’a yazdığı mektuptur. Doktordan bu mektup hakkında bilgi rica ettim. Bu sırada İstanbul’daki siyasi havayı da anlatan aşağıdaki değerli malumatı verdi. Aynen kaydediyorum:
-…”Aziz Kardeşim Celal,
Mustafa Kemal’in Birinci Cihan Harbi’ne iştirakimiz için ne düşündüğü hakkındaki bilgilerimi sordunuz. İyi bir tesadüf, bu hususta ben, tamamıyla aydınlatmış olduğu için sorunuza açıkça cevap verebileceğim.
Mustafa Kemal ile öteden beri çok sıkı münasebette bulunduğumu bilirsiniz. Sofya’ya Askeri Ateşe olarak giderken de teşyide bulunmuştum. Alıştığım tatlı sohbetinden hayli sürecek olan mahrumluğumu biraz gidermek için zaman zaman bana mektup yazmasını hususiyle mühim hadiselerde düşünüşlerini bildirmesini rica etmiştim.
Birinci Cihan Muharebesi patlayınca Mustafa Kemal’den bir mektup almayı sabırsızlıkla bekliyordum.
İstanbul’da çıkan gazeteler Alman ordusunun yıldırım süratiyle Paris üzerine yürüdüklerini büyük başlıklar altında ilan ediyorlardı. Balkan muharebelerinden çok yorgun çıkan milletimizin bu badireye karışmasını gönlüm asla istemiyordu. Muharebenin gazetelerden öğrendiğim vesilelerine bakarak bunların arasında bizi ilgilendirecek hiçbir sebep bulamıyordum. Ordumuzu yeni tensikata başlamıştık. Memleketimizde bir Sıhhiye Müdüriyet-i umumiye si henüz yeni kurulmuştu. Sanayileşmeye daha adım atmamıştık. Memleketin her yanı imar ve huzur istiyordu. Fetihlere değil, refah ve terakkiye hasretimiz vardı. Tuna boylarından çekile çekile Edirne surları ardına gelişimizin sebepleri sadece harp talihinin artık bize küsmüş olmasından değil, terakki yolunda pek geride kaldığımızdan ileri geldiğini açıkça biliyorduk. İşte bu sırada Mustafa Kemal’den basit bir mektup aldım. Bu paket 17 sayfalık bir mektuptu.
Bu mektubunda Mustafa Kemal, Bulgar Hükümeti’nin takip edegeldiği siyasetin içyüzünden bahse başlayarak Halil Bey’in (Halil Menteş) Sofya ziyaretini ve aldığı cevapları etrafıyla anlatıyor, muhtelif devletlerin muhtemel kuvvet ve siyasetlerine temas ediyordu. Bu arada Fransa’nın başlıca asker yığınaklarının güneyde olduğunu söylüyor, iki cephede harp etmek mecburiyetinde kalan Almanya’nın muvaffak olabilmesinden hakkıyla şüphe ediyordu. Esas olarak memleketimizin bu Cihan Muharebesi’nden uzak kalmasını tavsiye ediyor ve benden tanıdıklarım nezdinde elimden geldiği kadar bu muharebeye karışmamamızın önünü almak için çalışmaklığımı istiyordu.
Mektubunu, bir evde beraber yaşadığımız Doktor Nazım’a okudum. Ve kendisinden bu mektuptaki mütalaalardan Talat Bey’e malumat vermesini istedim.
Mektubu baştan sona kadar okuyunca Doktor Nazım da bu muharebeye karışmamak için acele edilmemesi mütalaasında bulundu. Ve ertesi akşam bana, Talat Bey’in ve Merkezi Umumi azalarının da bu mütalâada olduklarını teşbir etti (müjdeledi).
Amiral Souchon, zırhlısıyla İstanbul’a gelmişti. Bu Alman amiralinin bir marifet yapması ihtimali üzerinde konuştuğum vakit, bu hususta Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın dikkatini çektiklerini söyledi. Bir türlü müsterih olamıyordum. Matbuatımız ballandıra ballandıra Alman muvaffakiyetlerini neşrediyordu. Milletimizin gönlünde de Balkan Harbi’nin intikamı yaşıyordu. Diğer taraftan İngiltere ve Fransa sefaretlerinin hiçbir faaliyeti göze çarpmıyordu (Bakınız Not:1).
Yalnız Fransa Büyükelçiliği, Kırım Muharebesi’nde ölenler in ziyareti için kabristanda bir toplantı tertip etti. Ben de davet edilmiştim. Orada Fransız sefirinden sonra söz alan Belçika sefirinin her yanından hüzün sızan haliyle “Bundan sonra sözün topa kaldığını” ifade eden nutkunu teessürle dinledim.
Memleketimize nispetle uzakta geçmekte olan harbin fecaatini bu sözleri dinlerken yakından görüyor gibi oluyordum.
Mustafa Kemal’in mektubunu birçok dostlarıma okudum. Harp mıntıkası henüz hayli uzakta olmasına rağmen seferberlik ilan edilmiş olması endişesiz karşılanamazdı. Fakat bizim seferberlik için Avrupa memleketlerine nispetle çok zamana muhtaç olduğunu düşünerek bunu bir ihtiyat tedbiri olarak telakki ediyordum. Hususiyle gizli tutulmasına rağmen Almanya ile ittifakın imza edildiğini biliyorduk. Fakat bu ittifakın bizi derhal muharebeye sürüklemediği izah ediliyordu. O günlerde tesadüf ettiğim bir iki nâzırımızdan da bu tefsiri öğrenmiştim. Kâh endişe, Kâh sükûn içinde hadiselerin inkişafını beklerken, Kurban Bayramı sabahı İttihat ve Terakki Umumi Merkezi’nin Umumi Kâtibi Mebus Mithat Şükrü Bey, erkenden bacanağım Doktor Nazım’ı tebrike gelmişti.
Mithat Bey’in ilk sözlerinden Karadeniz’de bir gün evvel geçmiş olan dehşetli hadiseleri öğrendim. Artık muharebeye girmemiz kaçınılmaz bir hal almıştı.
Doktor Nazım, Mithat Şükrü Bey ile konuşmasında Talat Bey’in herhalde bu harbin önünü almak için mümkün olan her şeyi yapacağını ümit ettiğini söyledi. Ertesi günü birkaç nâzırımızın bu yüzden istifa ettiği öğrenildi.
Bu ümit ve teselliler de çok uzun sürmedi, 48 saat içinde gördük ve öğrendik ki, bizim teşebbüsümüzle muharebeye katılmıştık (Bakınız Not:2).
Hâlbuki Birinci Cihan Harbi’ne karışmamamızı, hele Mustafa Kemal hiç istememişti.
Mütareke hailesinde birçok evrakım gibi bu mektubu da zayi ettim (kaybettim). Yalnız Mustafa Kemal’in bu mektubundaki mütalaaların neticesini hülâsa eden son sahifelerini Mütareke zamanında gazetelerde bazı yazılar yazan bir tanıdığım neşrettirmek için benden almıştı. Bir daha iade etmedi. Diğer sahifelerinin de tevkif edildiğim sırada başka kâğıtlarımla birlikte ateşe atıldığını sonradan öğrendim(Bakınız Not:3).
Fakat bu mektubun esaslı noktalarını bu yazıda işaret ettiğim gibi tamamıyla hatırlıyorum. Mustafa Kemal, bütün bu anlattıklarımdan başka harp aleyhtarı olduğunu kendisi de şu açık sözleriyle ifade etmişti:
-“Osmanlı ordusunda hemen seferberlik yapılması dahi tetkike şayan bir mesele iken, Osmanlı Devleti’nin Karadeniz’de hâlâ nasıl cereyan etmiş olduğunu öğrenemediğim bu hadise üzerine harbe girdiğinden müşteki idim. O zaman şikâyetlerim herkesçe nâbemevsim (mevsimsiz) telâkki olunmuştu. Çünkü ben yalnız müşteki olduğumu (şikâyetçi olduğumu) söylemiyordum. Almanlar ve Almanlarla beraber bulunanlar mağlup olacaklardır diyordum.((4) Ayrıca Bakınız Not:4)”
*Kaynakça:
1-Cumhuriyet’in 80. Yılı Armağanı, “Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt No: I (1903-1905)”, Kaynak Yayınları İstanbul- Ekim 1998, s:200-201.
2-“Tarih Coğrafyası Dünyası”, Sayı No: I, Cilt No: I, 15 Nisan 1959.
3- Sadi Borak, “Cumhuriyet’in 50. Yılında Resimlerle Atatürk”, Başak Kitapevi, Kasım 1973, İstanbul, s.126.127.
4- Celal Bayar, “Bende Yazdım”, Sabah Kitapçılık, 1997 İstanbul, Cilt:1, s:85.86.87.
*Notlar:
1- Dr. Tevfik Rüştü Aras; “Diğer taraftan İngiltere ve Fransa sefaretlerinin hiçbir faaliyeti göze çarpmıyordu…”demektedir. Sadrazam Sait Halim Paşa, 4 Kasım 1914’te saat dokuzu on geçe Londra’daki Osmanlı Büyükelçisi Ahmet Tevfik (Okday) Paşa’ya gönderdiği telgraf ile Osmanlı Devleti’nin İngiltere ile diplomatik ilişkilerini kestiğini bildirmişti:
“Bâbıâli, İstanbul
Emperyalist Majesteleri Sultan’ın Londra Büyükelçisi Tevfik Paşa’ya,
İngiltere Sefiri, hükümetinin bizimle diplomatik ilişkilerini kesmesi üzerine İstanbul’u terk etti. Sizin de vatandaşlarımızın himayesini Amerika Birleşik Devletleri Büyük Elçisi’ne emanet ederek İmparatorluk Büyükelçiliği ve Konsolosluğu personeli ile İstanbul’a dönmenizi rica ederim.
Said Halim.”
2- Osmanlı Devleti 29 Ekim 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’na girmiş, 11 Kasım 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na katıldığını ilân etmiştir. Sultan Mehmet Reşad (d. 2 Kasım 1844 – ö. 3 Temmuz 1918) orduya yayımladığı 11 Kasım 1914 tarihli savaş beyannamesinde:
“Orduma, donanmama
Düvel-i Muazzama arasında harp ilân edilmesi üzerine her daim nâgehâni ve haksız tecavüzlere uğrayan devlet ve memleketimizin hukuk ve mevcudiyetini fırsatçı düşmanlara karşı icabında müdafaa edebilmek üzere sizleri silahaltına çağırmıştım. Bu suretle müslellâh bitaraflık içinde yaşamakta iken Karadeniz Boğazı’na torpil koymak üzere yola çıkan Rus donanması talimle meşgul olan donanmamızın bir kısmı üzerine ansızın ateş açtı. Hukuk-ı beynelmilele mugayir olan bu haksız tecavüzün Rusya tarafından tashihine intizar olunurken gerek mezkûr devlet ve gerek müttefikleri İngiltere, Fransa devletleri sefirlerini geri çağırmak suretiyle devletimizle münasebât-ı siyasilerini kat’ ettiler.
Müteakiben, Rusya askeri hududumuza tecavüz etti. Fransa ve İngiltere donanmaları müştereken Çanakkale Boğazı’na, İngiliz gemileri Akabe’ye top attılar. Böyle yekdiğerini velyeden hainâne düşmanlık âsârı üzerine öteden beri arzu ettiğimiz sulhu terk ederek Almanya ve Avusturya – Macaristan devletleriyle müttefikan menfai-i meşruamızı müdafaa için silaha sarılmaya mecbur olduk. Rusya devleti üç asırdan beri devlet-i aliyyemizi mülken pek çok zararlara uğratmış, şevket ve kuvvet-i milliyemizi arttıracak intibah ve teceddüt âsârını harple ve bin türlü desâyis ile her defasında mahva çalışmıştır.
Rusya, İngiltere ve Fransa devletleri zalimâne bir idare altında inlettikleri milyonlarca ehl-i İslâm’ın diyâneten ve kalben merbut oldukları Hilâfet-i muazzamamıza karşı hiçbir vakit su-i fikir beslemekten fariğ olmamışlar ve bize müteveccih olan her musibet ve felâkete müsebbip ve muharrik bulunmuşlardır. İşte bu defa tevessül ettiğimiz cihad-ı ekber ile bir taraftan şan-ı hilafetimize, bir taraftan hukuk-ı saltanatımıza karşı ika edilegelmekte olan taarruzlara inşallahüteâlâ ilelebet nihayet vereceğiz. Avn ü inayet-i barî ve meded-î ruhani-î Peygamberi ile donanmamızın Karadeniz’de ve cesur askerlerimin Çanakkale ve Akabe ile Kafkas hududunda düşmanlarımıza vurdukları ilk darbeler hak yolundaki gazamızın zaferle tetevvüc edeceği hakkındaki kanaatimizi tezyid eylemiştir. Bugün düşmanlarımızın memleket ve ordularının müttefiklerimizin pay-i celâdeti altında ezilmekte bulunması bu kanaatimizi teyit eden ahvâldendir.
Kahraman askerlerim: Din-i mübînimize, vatan-ı azîzimize kasteden düşmanlara açtığımız bu gaza ve cihad yolunda bir an evvel azm-ü sebattan ve fedakârlıktan ayrılmayınız. Düşmana arslanlar gibi savlet ediniz. Zira hem devletimizin, hem fetva-yı şerife ile davet ettiğim üç yüz milyon ehl-i İslâm’ın hayat ve bekaası sizlerin muazafferiyetinize bağlıdır. Mescidlerde, camilerde, Kâbetullah’ta huzur-ı Rabbü’l- âlemine kemâl-i vecd ü istiğrak ile müteveccih üç yüz milyon masum ve mazlum mü’min kalbinin dua ve temenniyatı sizinle beraberdir.
Asker evlatlarım: Bugün uhdemize terettüb eden vazife şimdiye kadar dünyada hiçbir orduya nasip olmamıştır. Bu vazifeyi ifa ederken bir vakitler dünyayı titretmiş olan Osmanlı ordularının hayrülhalefleri olduğunuzu gösteriniz ki düşman din ü devlet bir daha mukaddes topraklarımıza ayak atmaya, Kâbetullah’ta huzur-ı Rabbü’l âlemine kemâl-i vecd ü istiğrak ile müteveccih üç yüz milyon masum ve mazlum mü’min kalbinin dua ve temenniyâti sizinle beraberdir.
Hakk u adl bizde, zulm ü udvân düşmanlarımızda olduğundan düşmanlarımızı kahretmek için Cenab-ı Adil-i Mutlak’ın inayet-i samedâniyyesi ve Peygamber-i zişânımızın imdâd-ı mânevisi bize yâr ve yâver olacağına şüphe yoktur.
Bu cihaddan mazisinin zararlarını telafi etmiş şanlı ve kavi bir devlet olarak çıkacağınıza eminim. Bugünkü harpte birlikte hareket ettiğimiz dünyanın en cesur ve muhteşem iki ordusu ile silah arkadaşlığı ettiğimizi unutmayınız.
Şehidleriniz, şühedâ-yi sâlifeye müjde-i zafer götürsün. Sağ kalanlarınızın gazası mübarek, kılıcı keskin olsun.”
3-Dr. Tevfik Rüştü Aras; “Diğer sahifelerinin de tevkif edildiğim sırada…”demektedir. Taylan Sorgun, “Türklerin işkencede bir yılı: Bekirağa Bölüğü” adlı eserin 182’nci sayfasında: “İlk tevkif edilenler arasında bulunanlardan bazıları şunlardı; Doktor Tevfik Rüştü Aras!..” demektedir.
4–…”Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlılar, Almanya yanında savaşa girmişti. Alman Askeri Başkanı Liman Von Sanders’in Çanakkale’yi savunacak ordunun başına geçtiğini de henüz bilmiyordum. Osmanlı ordusunda hemen seferberlik yapılması bile düşünülecek bir sorunken, devletin Karadeniz’de hâlâ bugün bile nasıl olduğunu öğrenemediğim bir olay üzerine savaşa girmiş olmasından şikâyetçiydim. Bu şikâyetlerim o zaman ne kadar anlamsız sayılmıştı. Çünkü ben yalnız şikâyetçi olduğumu söylemiyordum. Almanlarla beraber olanlar yenileceklerdir, diyordum. Bu sözlerim ise gerçekten çok elverişsiz bir zamana rastlıyordu. Çünkü Alman kuvvetleri dev adımlarla Paris üzerine yürümekteydiler. Türkiye’yi bilerek veya bilmeyerek aldatmak için çenelerini işletenlerin, doğru bir iş yaptıkları neşesi ile sarhoş oldukları günlerde, bir Sofya askeri ataşesi çıkmış, İstanbul’da bazı kişilere sayfalar dolusu eleştiriler yapmakta, yanlış bir iş yapıldığını söylemekte, bu adam delinin biri değil de nedir? Bir ara Talat’la İsmail Canbulat, Bulgarları savaşa girmeye kandırmak için Sofya’ya gelmişler, görüşmüşlerdi. Beni yanlarına bile almadılar. Dev gibi adımlarla ilerleyen Alman kuvvetleri sonunda Paris önünde takıldı kaldı. Bütün ülkenin bence açık bir felakete atılmış olduğunu gördükten ve bütün Türk ordusunun bu felaketi, her ne pahasına olursa olsun önlemek için kanını dökmeye hazırlanmasından başka çare kalmadığını anladıktan sonra benim hâlâ Sofya’da Kordiplomatik içinde rahat salon hayatı geçirmeme olanak var mıydı?” (Bakınız: “Atatürk, Atatürk’ü Anlatıyor, ‘Benim Tutkularım Var’ 1881-1919”, Yayına Hazırlayanlar: İbrahim Karakaş – Gülnur Aksop, Doğan Gazetecilik, İstanbul- Mart 2006, s:109.)
.