Göbeklitepe’den sonra Şanlıurfa ve çevresinde Göbeklitepe benzeri 12 tepe daha keşfedildi. Bu bölgeye Taş Tepeler deniyor. Çağdaş antik alanların yapımları en az on iki bin yıl öncesine tarihleniyor. Bölgenin son yirmi yılda yüzde ondan azı kazılmış olmasına rağmen buluntular bilinen tarihi alt üst etti. Buradaki keşifler bize on bin yıldan eski Nuh Tufanı’nın ardından kurtulanların tekrar nerede nasıl başladıklarına dair inanılmaz bilgiler de sunuyor olabilir. Şimdi var olan insanlığın yeniden doğuşunun Anadolu’da olduğuna inanıyorum. Araştırmalarımızı bu bakış açısından süzmeli, anlamalı ve bu toprakların yani bizim tarihimize sahip çıkarak anlatmalıyız. Bu bölge daha neler anlatıyor kimse bilmiyor çünkü keşifler bilenen hiçbir bilgiye uymuyor. Bize öğretilen bilgilerle örtüştürmeye çalıştığımızda kafamız karışıyor.
Belki de bizden on iki bin yıl önce yaşamış insanların şimdiki bizlerin ilkel atası olduğunu düşünmekle hata ediyoruz. Belki şimdiki algımızla düşünemediğimiz bir algılama ve yaşam şekline, belki şimdi olduğu şekliyle kablolardan oluşmayan teknolojiye sahiplerdi. Şimdiki zamana bakarak geçmişi yorumlamaya çalışmak ne kadar doğru olabilir? Üstelik pek çok konuda bilinen doğrular yanlış çıkıyorken.
Günümüzde Nuh tufanı gibi bir tufan ya da dinozorların yok olmasına sebep olan Göktaşı çarpması gibi bir felaket gerçekleşse ve bu felaketten az da olsa insanlar kurtulsa?.. Teknoloji yok olmuş, elektrik yok, kurtulanlar her kültür, eğitim seviyesinden olabilir, bir anda yeni bir medeniyet kurmaya bilgileri, malzemeleri yetmeyecektir. Kulaktan kulağa anlatılan yüksek medeniyetimiz, uzaya gönderilen uydular, gezegenler galaksiler hakkında bildiklerimiz, Mars’a koloni kurmaya çalıştığımız, devletler ve yönetim şekilleri, en uzak mesafelerle nasıl iletişim kurabildiğimiz, akıllı cihazların ne demek olduğu ve onlarla neler başardığımız, nasıl teknolojilere sahip olduğumuz, genetik bilimde geldiğimiz nokta, DNA nın ne olduğu, nasıl bir hafıza ve kayıt taşıdığı, insan klonlayıp kök hücreden organ yapabildiğimiz, yapay rahimde bir koyunun doğumunu gerçekleştirdiğimiz, hastalıklarla mücadelede gelinen noktalara kadar tüm bilgiler yeni bir dünya inşa etmeye çalışan insanların hayatta kalma mücadelesi arasında unutulacak ve sonraki nesiller bunların içine doğmadıkları için hikayeleri mitoloji olarak göreceklerdir. Muhtemelen yeniden başlayan insanlık, Dünya’yı ve güneş sistemini anlamaya çalışacak, belki binlerce yıl sonra az buçuk çözecektir.
Bu ihtimali düşünen insanlık 1980 yılında ABD Georgia’da toplam 118 ton ağırlığında 4 devasa tabletten oluşan bir rehber taşı dikti. Yılın hangi zamanı olursa olsun bu taş güneş ışığıyla aydınlanacak şekilde bir nevi güneş takvimi olarak konumlanmış. Güneşin dev tablete yansımaları ise takvimi, kutup yıldızını ve yönleri gösterecek şekilde ayarlanmış. Üstü yazılı dev taş levhalar astrolojik ve astronomik ölçekleri ve dönümleri işaret edecek şekilde inşa edilmiş. Kılavuz taşların inşa edileceği bölgenin tespiti konusunda özel mühendisler ve astronomlar görevlendirilmiş. 4 devasa tabletin her yüzüne medeniyet için gerek görülen 10 temel ilke günümüzde dünyada en çok konuşulan 8 dilde ve 4 antik dilde yazılmış. Yapının 6 m altında ise bir zaman kapsülü bulunuyor. Rehber taşının amacı, olası bir yok oluş senaryosunda hayatta kalan insanlara yeniden bir medeniyet kurmaları için rehber olmak.
Aynı amaç için yapılmış bir başka rehber ise, ABD Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün zaman kapsülleri. 1950’lerde 8 adet zaman kapsülü oluşturularak, gömülmüş. Kavanoz şeklindeki bu kapsüller hiç açılmadan içindeki bilgiyi bin yıl koruyabilecek şekilde tasarlanmış. Benzer başka girişimler de var.
Bu örneklerdeki mesaj şudur; biz bu Dünya’ya geldik, yaşadık, yüksek medeniyetler kurduk ve yok olduk. Sizden önce bu dünyada yaşamış ileri bir medeniyet vardı, bizden önce de vardı. Siz de yok olmak istemiyorsanız hatalarımızdan ders çıkarın..
Fakat bu ve bunun gibi rehber çalışmalar yok oluştan sonraki bin yıllar içinde bulunabilir, hiç bulunmaya da bilir. Sular ya da toprak altında kalmış olabilir. (Günümüzde bulunan kalıntıların çoğunu kazarak buluyoruz. Nuh Tufanında kıtalar birbirinden ayrıldığında okyanuslar altında kalan kim bilir neler var bilmiyoruz).
Bulunduğunda da o dönem dünya üzerinde kullanılan dillerden birinin bu yazıttaki 12 dilden biri olması en azından kökünün bu dillerden birinden gelmesi gerekir. Bir dili çözerlerse sözlük gibi kullanarak diğer 11 dili de çözebilirler. Bizler bugün Asurca, Akkadca ve Babil dillerini okuyup anlayabilmeyi Persepolis’teki Bisutun yazıtlarına borçluyuz. Pers kralı aynı metni taşlara, tebaasında bulunan halklara ait 3 dilde yazdırmıştı. Dillerden biri günümüzdeki Pers dilinin antik diline benzerliği nedeniyle okunmuş, diğer ikisi bu dil sözlük gibi kullanılarak okunabilmişti. Benzer şekilde yazdırılmış olan Rosetta taşı ile de Mısır Hiyoroglifleri ve Antik Yunanca çözüldü. Sümer dilinin günümüzde benzeri yoktu. Yukarıdaki örneklerden bir süre sonra Mezopotamya arkeolojik kazılarında Asur Kralı Asurbanipal’in sarayındaki kütüphanesinde taş tabletlere kazınmış Akkadca-Sümerce sözlüğün keşfi ile insanlık Sümerceyi çözdü. İndus dilinde yazılmış bir çok tableti, tabletler yüz yıl önce bulunmuş olmasına rağmen okuyamıyoruz çünkü bu dil ile benzeyen günümüzde bir dil mevcut değil.
Günümüzde 74 bin tanesi İstanbul Arkeoloji müzeleri’nde olmak üzere arkeolojik kazılarda çıkarılmış ve pek çoğu okunmuş dünyanın bir çok müzesi ve arşivine dağılmış yarım milyon çivi yazılı tablet var. Altı bin yıl eskiye gidebilen bu tabletlerde bahsedilen bilgilerin bir kısmı son yüzyılda keşfettiğimiz bilgilerden oluşuyor. Bir o kadar da anlamlandıramadığımız bilgi mevcut. Sadece altı bin yıl öncesinden değil, yüzbinlerce yıl öncesine ait bilgi içeren Sümer tabletleri de mevcut. Yani hem yaşadıkları dönemi hem kendilerine anlatılan eski hikayeleri yazmışlar. Günümüzden 12 bin yıl önce gerçekleşen Nuh tufanının astronomik ve teknik detayları buna sadece bir örnek. Tabletlerdeki bilgiler içinde Astronomi, gen mühendisliği, uzaya nasıl seyahat edildiği, 7 günde dünyanın yaratılışı, astroloji, burçların nasıl oluştuğu, güneş sistemimizin nasıl oluştuğu, uzaydan gelen ve insanlığa büyük yön veren başka bir insan ırkı olan Anunnakiler…vs gibi pek çok bilgiye ulaşıldı. Ana akım tarih veya bilim ise okuduklarını farklı yorumlamayı tercih ederek yazılanları mitoloji, hayal ürünü olarak tanımlıyor. Neden? Çünkü taşa yazı yazacak kadar ilkel olan insanlar bunları yapmış veya bilmiş olamaz! deniyor. Yazılanlar çok açık olsa da onlara göre böyle yorumlamayı seçtiğimiz için böyle algılıyor olabilirmişiz. Oysa ki taştan başka hiçbir ürün on binlerce yıl dayanmaz. Rehber taşı gibi geleceğe mesaj bırakacak çalışmalarımız binlerce yıl sonra bulunsa hatta okunsa bile başına gelecek olan da budur. Biz taşa yazı yazacak kadar ilkel bir medeniyet olarak görüleceğiz ya da taşta yazan bilgileri o günün koşullarında henüz keşfetmemiş iseler anlamlandıramayacakları için hayal ürünü veya mitolojik hikaye kabul edeceklerdir.
İlkel olup, taşa yazı yazan halklar denen insanlık Mısır Piramitleri’nin her biri binlerce ton olan taşlarını günümüzde bile taşımak mümkün değilken üst üste yığmakla kalmamış, 45 derece açı ile inşa edebilmiş. Göbeklitepe de benzer şekildedir. Ana akım tarih avcı toplayıcı insanın yani maymunumsu insanın bunları nasıl yapmış olabileceğini sorup durmaktadır. Çok belirgin bir şekilde gerçek olan ise yanlış taraftan bakıyor olduğumuz gerçeğidir. Şimdiye bakarak geçmişi yorumlamak…
Teknoloji, gelişmişlik dendiğinde aklımıza kablolar, şimdi bilinen şekilde oluşan elektrik, 1 ve 0 dan oluşan yapay zeka geliyor. Ya o zamanın teknolojisi şu zamanki aklımız ve donanımımızla idrak edemeyeceğimiz bir şekildeyse? Ya bu açıdan bakabiliriz ya da genel kanıda olduğu gibi ilkel insan yapmadı, uzaylılar yaptı diyebiliriz. Peki uzaylılar yaptıysa, tabletlere bizim daha yeni öğrendiğimiz bilgileri de mi onlar yazdırdı? Veya ikisi bir arada gerçekleşmiş, iki farklı ırk bir arada yaşamış olamaz mı? Tıpkı gerçekliği antik yazılı kaynaklarda olmasından ötürü şüphe götürmeyen Anunnakilerle insanların bir arada yaşadığı dönem gibi..
Kutsal metinlerde Nuh Tufanından Sümer tabletlerinden alıntı ile gemiye her bir çift canlının özlerinin konduğu yazıyor. Bu neden canlıyı bütün olarak koymaktansa genlerini saklamak şeklinde olmasın? Sonra da Göbeklitepe gibi gen laboratuvarı olduğu düşünülen bölgelerde yakın zamanda bizim de ilk denemesini yaptığımız yapay rahimlerde canlıyı doğurtup veya bitki ise üretip, tüm dünyaya yaymış olmasınlar? Bunu da simgelemek için yapılara rahim ve vulva şekli verilmiş olabilir mi? 12 T şeklindeki taşlar da DNA nın 12 sarmalını temsil ediyor olabilir mi?
Demek istediğim şu ki; at gözlüğünü çıkarıp, sorularımızı öyle sormalıyız. Sorduğum soruların hiçbiri mümkün olmayabilir fakat mümkün olabilirliğine bir şans tanıyarak araştırırsak kısır döngüden çıkıp, bence gerçeğe biraz daha yaklaşabiliriz.
Başta yazdığım konuya tekrar gelirsek; özellikle Şanlıurfa ve çevresinde yani Anadolu’da yani Mezopotamya’nın bereketli hilalinin üst kısmında kalan tarihin sıfır noktasında olan keşiflere, gelişmelere sahiplenerek bakmamız bu topraklara borcumuzdur. Casus savaşlarının cirit attığı, dünyayı yöneten güçlerin sık ziyaret ettiği, antik buluntuların çalındığı, saklandığı bu bölgeyi kültürel mirasımız kabul etmeyip, olanlara seyirci kalırsak bulunan gizemler Anadolu’ya değil Batıya mal edilir. Hristiyanlarca tüm dünyaya yayılmış Noel’in aslında binlerce yıllık Türklerin Nardugan bayramından kopyalandığı, Noel babanın Nardugan bayramının geyikle gezen Ayaz Ata’sı olduğu, bunun bizler tarafından bilinmeyip, sahiplenilmemesi örneğindeki gibi veya Bergama antik kentinde olduğu şekliyle kentin çalınıp, götürülüp, sergilendiği örnekteki gibi Türklere veya Anadolulu halklara ait değerler önceki onlarca örnekte olduğu şekliyle çalınmaya devam eder. Göbeklitepe’nin de içinde olduğu Taş Tepeler’in önemli hazineleri, buluntuları da tüm maddi manevi getirileriyle beraber elimizden kayar gider. Önceki yazımda da yazdığım gibi, bu topraklardaki antik kalıntıların Batının senede milyonlarca turist çeken müzelerinde kendi kültürleri gibi sergilenip, maddi kazançları elde etmelerine, bununla da kalmayıp bizim kültürümüzü, varlıklarımızı değersizleştirip, yok sayma çalışmalarına devam edecekleri kesindir. Bu toprakların üzerinde yaşayan bizler kendi değerlerimize sahip çıkmazsak kimse sahip çıkmayacak.
*Bu ‘gelecekte yok oluş’ ve ‘yeniden başlama’ temasını işleyen iki dizi var, merak edenlere öneririm. Üstelik binlerce yıl değil, çok daha kısa sürede insanlığın yeni dünya düzeni mücadelesini konu alıyor: The 100, Revolution