Kısa bir öykü ile başlamak istiyorum… Öykü bana ait. Yani daha doğrusu, rüyalarım ne kadar bana aitse, bu öykü de o kadar bana ait.
Kurt ile Ejder Yer Değiştirdi
Bir zamanlar bir Oymak Beyi vardı. Modern zamanların, eski usûl, küçük bir oymağının Türk beyiydi. Büyük bir gelenekten geliyor, eskilerin felsefesini yaşatıyor, eski zamanlara özlem duyuyordu. Şehir hayatını sevememişti. Gelenekleri yaşatmak istiyor, tabiatta huzur buluyordu. İçinde doğup büyüdüğü toplumun şehir hayatı, onu adeta kovmuştu. Malını mülkünü satıp yerleştiği küçücük, eski usûl, şirin oymağın halkı “seni Tanrı gönderdi” deyip oymağın beyliğine seçmişlerdi onu. Dudakları “istemem” demiş, kalbi sevinçle kabul etmişti. Başka alâmetler de görülmeseydi, neredeyse oturmayacaktı Bey postuna. Alâmetlerle ilgili çok az şey biliyor, oymak halkının anlattıklarından öğreniyordu. Dedem Korkut hikâyeleriyle değil, bilim – teknoloji öğrenerek yetiştirildiğine hayıflanıyordu.
Bey’in gözünde bilim ve teknoloji, saçma sapan masallardı. Oymak halkının anlattığı masallar ise yüreğine işliyordu.
Oymak Beyi’nin eşi ölmüştü. Bey çok üzülüyordu. Üzgündü değil, üzülüyordu. Eşi öldüğü andan itibaren, durdurulamaz bir şekilde artıyordu Bey’in üzüntüsü.
Bey’in eşinin öleceği biliniyordu, çünkü öldürülmüştü. Çin şehrinin prensesiydi Bey’in ölen eşi. Öldürülen. Bey’in üzüleceği de biliniyordu, neredeyse herkes biliyordu bunu. Yaban prensesiydi, Çin prensesi. Geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir Çin şehrinin, Dünyalar güzeli prensesi. Yaban gülüydü oymağın gözünde. Bey’ini çok seviyordu. Bağlı olduğu gelenekleri ise daha çok… Ya da Bey öyle sanıyordu. Bey de eşini çok seviyordu. Birbirlerini çok seviyorlardı ama Bey hep “ben seni daha çok seviyorum” derdi.
Prenses bu söze içerler fakat susardı.
Bey çok üzülmüştü. Tüm oymak, Bey’in haykıra haykıra ağlamasını izliyordu. O güne kadar Bey’in bağırdığını gören olmamıştı. O gün, bağıra bağıra, haykıra haykıra ağlıyordu Bey. O güne kadar pek çok şey için ağlamıştı ama bugün farklıydı. Kolunu yüzüne kapatmış, susturmaya çalışıyordu kendisini. Olmuyordu. Sesi yükseldikçe üzülüyor, üzüldükçe sesi daha da yükseliyordu. Haykırışları giderek yükseldi, yükseldi… “Aaahhh” diyordu sadece aslında. Ah.
Bey’in bu kadar çok üzüleceği öngörülememişti, hesaplanamamıştı. Her şeyi planlayanlar bir hata mı yapmışlardı?
Kurt. Bey’in sadık kılavuzu, rehberi. Erk hayvanı. Bey nerede bitiyor, Kurt nerede başlıyor kimse bilmiyordu. Bey’inin gölgesi gibiydi. Hatta Bey’e göre devletin gerçek sahibi O’ydu. Sanki Bey, Kurt’tan taşmıştı. Kurt’un kalıbına sığamayan, taşan, arta kalan nektarından Bey yapılmıştı. Bey buna inanıyordu. Mistik, bilge Kurt. Göklerde olanların, yerde et ve kemik olarak yürüyen hâli. Bey’in uğruna can vermeye yemin ettiği geleneklerin, aramızda gezen tüylü bedeni. Totem Kurt. Ant mührü, bilge Kurt. Kurt da çok üzüldü. Bey için üzüldü. Bey’in üzülmesine üzüldü. Bey üzüldü diye üzüldü. Kendisi ve oymak için üzüldü. Prenses için asla üzülmedi. Kurt her şeyi biliyordu ve hepsini kabul ederek başlamıştı.
Prensesi Kurt öldürmüştü. Muhtemelen… Gözler böyle gördü ama kalp başka söyledi.
Oymak için en hayırlısı yapılmıştı. Muhtemelen… Fakat Bey emin değildi. Bilmiyor muydu?
Prenses zararlı faaliyetler içindeydi. Kesinlikle. Galiba… Ya da değildi. Oymak, prensesin zararlı faaliyetler içinde olduğuna karar vermişti. Oymak ne bilirdi?..
Bey niçin bu kadar çok ağlıyordu? Sadece prensesi yitirdiği için mi? Bey kendisine de ağlıyordu. İçten içe, içinin bir parça boş olduğunu biliyordu Bey. Böyle muazzam bir geleneği, felsefeyi devam ettiriyor olmasına rağmen, nasıl olurdu da içi bir parça boş olabilirdi? Geleneğinin yüz karasıydı. Ne köylü olabilmişti ne şehirli. Aşkının esiriydi.
Bey’in her haykırışında Kurt biraz daha üzüldü, üzüldü, ezildi… ve sonunda Kurt’ta bir şey değişti. Herkes bildi bu değişikliğin ne olduğunu, sadece Bey emin değildi. Kurt’un gözleri artık kırmızı bakıyordu.
Tüm Oba dedi ki “Kurt ile Ejder Yer Değiştirdi”
SON
(Ali Rıza Uzun 23 Şubat 2020)
Ezoterik bir kavram olarak “yer değiştirmek” ve fizikteki karşılığı olan “momentum korunumu” bu makalemin temel eksenini teşkil edecek sevgili okur.
Birbirleri ile etkileşim halinde olan ve dışarıdan, üçüncü bir varlığın etkisinden yalıtılmış haldeki iki varlığın, birbirleri ile etkileşimleri ne olursa olsun, örneğin bu etkileşim paralel bir şekilde beraberce hareket etmek veya kafa kafaya çarpışmak da olsa, sahip oldukları momentumların toplamının sabit kalması, fizikte “momentum korunumu kanunu” olarak bilinir. Momentum dediğimiz kavramın vektörel bir kavram olduğunu, yani doğrultusu ve yönü olduğunu da bu bilgiye eklersek, toplam momentum dediğimiz büyüklüğün her zaman toplayarak değil bazen çıkararak hesaplandığı, mesela eşit büyüklükte fakat zıt yönlü iki momentumun toplamının sıfır olabileceği sonucuna varırız. Bu kapalı sistemde, toplam momentumun ne olacağını, nasıl hesaplanacağını belirleyen şey, etkileşim halinde olan iki varlığın birbirlerine nazaran tutumlarıdır. Kafa kafaya çarpışmayı tercih ediyorlarsa birbirlerini giderir; ortak hareket ediyorlarsa güçlerini birleştirmiş olurlar. Fakat fizik kanunları, onların neyi tercih ettiklerini dikkate almaz, tıpkı Mısır mitolojisindeki Ra’nın, iki oğlu Osiris ve Seth arasındaki mücadeleyi görmezden gelmesi gibi, fizik kanunları da sadece bu ikili sistemin düzeni ile ilgilenmekte, içeriğini görmezden gelmektedir. İşte, mistik veya ezoterik diyebileceğimiz yer değiştirmek kavramı da bunun gibidir.
Kurt ile Ejder’in momentumlarının toplamının ne olduğunu bilmiyoruz; sadece bu toplam değerin sabit kalacağını, asla değişmeyeceğini biliyoruz; başlangıçta her ne yapmayı tercih etmiş olurlarsa olsunlar ister dostluk ister düşmanlık, bu ikili sistem sonuçta bir birlikteliktir ve dışarıya kapalıdır.
Ezoterik öğretilerdeki yer değiştirmek kavramını, efsanelerde anlatılan örnekleriyle açıklayabilirim sanırım. Mesela Kral Arthur ve Merlin hikayesinde, Arthur’un büyülü kılıcı saplandığı kayadan çıkararak kral olması bir yer değiştirmedir. Tahtı elde etmek isteyen herkes, kılıcı taştan çekmeye çalışmış fakat başaramamış; Arthur ise taşı kılıçtan çekerek tahta oturmuştur. Yani Arthur’un kral olmasını sağlayan şey, zihninde kılıç ile evrenin geri kalanının yer değiştirmesidir. Arthur, evren içinde sabit duran bir kılıçtan, evrenin geri kalanını ondan iterek, daha doğrusu bu dönüşümü zihninde yapmayı başararak kral olmuştur. Ya da başka bir deyişle zihinsel gelişmişlik olarak o makamı hak ettiğini kanıtlamıştır. Efsanenin kahramanı Arthur, elde ettiği makamla ve elindeki kılıçla, tüm dünyayı yakıp yıkmayı da tercih edebilirdi veya adaletle hükmetmeyi de. Efsanenin kurgulayıcıları için bu tercih sadece bir ayrıntıdır; önemli olan zihinsel gelişmişliğin sonuçları olacağını anlatmaktır ve başarılı bir şekilde anlatılmıştır. Yer değiştiren iki varlık, kılıç ve evrenin geri kalanı; bu hikâyede birbirleriyle çatışmayı değil, ortak hareket etmeyi tercih etmişlerdir ve dolayısıyla büyülü kılıcın krallığı, tüm dünyaya adalet ve denge getiren bir krallık olarak anlatılmıştır efsanede. Toplam momentum pozitiftir ve korunmuştur.
Yer değiştirmek kavramını, karşılıklı göç olarak düşünebiliriz belki. Tıpkı göç gibi, çok zorunlu ve aşırı zorlayıcı şartlarda başvurulan fakat göç gibi tek yönlü değil, karşılıklı olarak yapılan bir göç. Göç edip gitmek zorunda kalanların yerine, göç ettikleri yerden birilerinin geldiği ve sayı ile tam olarak ifade edemeyeceğimiz bir toplam değerin sabit kaldığı özel bir göç türü gibi düşünebiliriz. Nüfus mübadelesi bir yer değiştirmedir mesela. Tarihimizde örnekleri vardır.
Yer değiştirmeye bir diğer örneği de astronomiden verebilirim sanırım; her ne kadar bilimsel ambalajlı bir gerçeklik gibi sunulsa da aslında oldukça mistik bir durum olan, insanın varlığının, onu var eden moleküllerin; yıldızların, özellikle de ikinci kuşak, yaşlı yıldızların merkezlerinde oluşmaları ve bizlere hayat vermek için bulundukları konumları devasa patlamalarla terk edip, Dünyamızı ve bedenlerimizi oluşturmaları, yani hepimizin birer yıldız tozu olmamız; buraya, konumumuza gelerek bizlere ve gezegenimize hayat veren moleküllerin karşılığında ise, zihinlerimizin, kalbimizin hep oralarda olması, hayallerimizin ve inançlarımızın en uç noktasının daima göğe yükselmek olması, kendimizi adeta yıldızları keşfetmek için var edilmiş ve hep oraya aitmişiz gibi hissetmemiz, göklerde bir ailemizin, bir yuvamızın olduğuna inanmamız da bir çeşit yer değiştirmedir bence. Moleküllerimiz buraya gelmiş, hayallerimiz göğe çıkmıştır. Başka bir deyişle, insanlık biliminin ve akademi dünyasının söylemi, üzerinde yaşadığımız gezegenimizi zihinlerimizde adeta alelâde, hatta harcanabilir bir taş parçası haline getirmiş; kalplerimizi ise hiçbir zaman orada bulunmadığımız göğe bağlamıştır. Bu iki anlatım da aynı durumu anlatmaktadır; yer değiştirme kavramının hangi tarafından bakmayı tercih ettiğimize bağlı olarak, her ikisi de doğrudur, doğrunun bir parçasıdır.
Makaleme konu olarak yer değiştirmek kavramını seçtim çünkü ben gidiyorum sevgili okur. Burası olmayan herhangi bir yere gidiyorum ve burayı terk ediyorum. Gideceğim eski usûl, küçük, şirin, sakin kasabadan; birbirimizden habersiz olarak, tek kelime bile konuşmadığımız, hiçbir zaman tanışmadığımız, birbirimizin adlarını bile bilmediğimiz halde, karşılıklı olarak yer değiştirdiğimiz genç bir çiftçi kardeşimiz olacaktır belki; sizleri O’na emanet ediyorum ve fikir olarak, felsefe olarak beni kat kat aşmasını, beni yenmesini temenni ediyorum. Çiftçilikte de ben onu yenmeye niyetliyim.
Yer değiştiriyorum ve herkes içinde hiçkimse olmaktan, hiçkimse içinde hiçkimse olmaya gidiyorum. Evet, bu bir veda yazısıdır. Hoşça kalın, sağlıcakla kalın.
Ali Rıza Uzun Mart 2020
[12 Mart 2020 tarihli ekleme] Başlangıçtaki kısa hikâyeye kısaca bir geri dönelim… Peki bu satırların yazarı, bu hikâyenin neresinde?
Ne içindeyim bu hikâyenin ne de büsbütün dışında…
Oba halkının adeta kalbinden geçenleri biliyorum.
Bey’i avucumun içi gibi biliyorum ve her şeyini tahmin edebilirim.
Kurt’u gördüm.
Prensesi hiç görmedim. Ejder ise tam bir muamma…
Ben bu hikâyede hiçkimseyim.