Yeraltından herkese selamlar sevgili okur. Birkaç haftadır kafamı kurcalayan sorular var. Üzerlerinde düşünceye dalmak, düşüncelerine değer verdiğim insanlarla zihin oyunları oynamak, farklı bakış açılarını dinlemek, rüyaya yatmak, okumak, deney yapmak fırsatı bulduğum sorular. Normalde rüyalarımı, makalelerime taşımamaya çalışıyorum fakat bu sefer durum biraz farklı.
Konumuz “Geçiş”. Bir gerçeklikten bir başka gerçekliğe geçiş. İki gerçeklik arasındaki yolculuk. İki yüzyıl önce yaşamış yoksul bir Rus ile aynı soruları sorduğumu; beş yüzyıl önce yaşamış Alman bir keşiş ile benzer sonuçlara vardığımı görmenin, yani belki de çaresizliğin, kaçınılmaz sona doğru ilerlemeyi izlemenin hissettirdiği çaresizliğin, yapılabilecek her şeyin bomboş olduğunu görmenin bana hissettirdiklerini yazmak istiyorum. Kolektif bilincin hepimize yaşattığı benzer durumları, belki atalarımızdan miras aldığımız belki de aynı kaynağa bağlanarak sembolize ettiğimiz için, ya da belki de zorunlu olarak aynı mantıksal sonuçlara ulaştığımız için, hepimizin zihinlerinde ortak şekilde görselleştirilen kavramlar var. Mesela TÜNEL. Mistik bir tünel. İstanbul’un gizli, kadim tünelleri gibi bir tünel. Saraylar, hazineler, savaşlar, yok oluşlar, kaos ve düzen arasında belki karmaşık, belki dümdüz, gizli bir yol. Bir yeraltı tüneli. Kelimenin her anlamıyla yer altı. Bir gerçekliği bir başka gerçekliğe ulaştıran ya da bir zihin halinden bir diğer zihin haline gidişin sembolü; içinde ilerledikçe başkalaştığımız veya başkalaşıyor olduğumuz için içinde ilerlediğimiz bir tünel. Yeni bir hayata götüren bir tünel… veya biten bir hayatın sonrasına.
Değerli post fizikçimiz ve yeni bulduğum bir isimlendirme ile “Zuhur Toplayıcısı” Prof. Gediz Akdeniz hocam ile uzun münazaralar ve fikir pazarlıkları yaparak, Kuantum dolanıklık, paralel evrenler ve tanımını bu paralel evrenler arası iletişim veya geçiş diye yapabileceğimiz, adına “tünellenme” diyebileceğimiz durumlar, bütünleşik (holistik) ihtimaller konuları hakkında paylaşılmaya değer bir birikim ortaya çıktığını düşünerek bu makaleyi yazmaya başlamıştım.
Eğer tüneller varsa, tünele doğru durdurulamaz bir şekilde akıp gitmeye “tünellenme” diyebiliriz öyle değil mi?
Tıpkı CERN deneylerinin yerin yüz metre altında açılan tünellerde yapılmaları gibi, hocam ve ben de bu tür beyin fırtınaları buluşmalarımızı Gediz hocamın İstanbul’un “yeraltı” mekanları dediği, yer üstündeki İstanbul’u İstanbul’a dönüştürecek, deyim yerindeyse “kaos sırtı” yerlerde yapıyoruz ve ben bunun sebebini bilmiyorum. Gediz hocam biliyor. Olsun, toplumlar da CERN deneylerinin neden yerin yüz metre altında yapıldığını bilmiyor ve anlatılanları anlamıyor fakat CERN biliyor! Yeterli değil mi?
Akademinin öncüleri, kozmik ışınımdan ve Güneş rüzgarlarından deneyi korumak için bu cihazların yerin altında olduğunu söyleyecektir ama halk dili konuşan herkesin aklına gelen fakat otoriteye saygısızlık etmemek ve “cahil” diye etiketlenmemek için sormadıkları, fakat gayet de mantıklı olan soruları ben sorayım yine:
*Amaç deneyleri kozmik ışınımdan korumaksa eğer, siz CERN’cüler kozmik ışınımın bir kısmının yada yüklü parçacıklar diye tanımlayabileceğimiz bir kısım parçacığın Dünya’nın içinden bile geçip gidebildiğini söylemiştiniz hani? Yoksa yüz metrede bizim bilmediğimiz özel bir durum mu var?
*Ya da amaç eğer Güneş rüzgarlarından deneyi korumaksa… Deneyi gece yapsak? Yüz metre mi daha iyi korur, 12 bin km mi?
*Sonra aklıma başka bir soru daha geliyor, çok daha çılgın, daha isyankâr bir soru, dikine bir soru: Yoksa amaç tünel mi?
*Yirmi yıldır Tanrı parçacığı için “şu kadarcık kaldı, bulduk buluyoruz” mealinde açıklamalar yapan CERN’cü akademi, Avrupa ülkelerinin bütçelerini mi tünelliyor?
Bu soruları sormak cahillik ya da ayıp değildir; fakat bu soruları sormamak teslimiyettir. Teslimiyet, olmakta olan olayları bilmediğimizi ve anlamadığımızı hissettiğimiz bir noktada, bizden daha yüce olduğuna inandırıldığımız bir bilince kendimizi bırakmak ve onun açacağı tünelin bizi ulaştıracağı yerin, bizim için daha hayırlı olacağını ummaktır. Böyle bir teslimiyet ancak ve ancak Tanrı karşısında olur. Ancak o zaman haklı bir teslimiyet ve meşru bir teslim alınma olur. İnsanların insanları sürüklediği tünellere toplumsal – siyasi – bilimsel yönlendirme, aldatmaca ya da topluca hepsini birden ifade eden “toplum mühendisliği” adını verebiliriz sanırım. Mühendislik kavramı gibi, somut, bilimsel ve tarafsız olduğunu sandığımız bir kavram bile, mühendisin kim olduğuna bağlı olarak hal değiştirebiliyor. Ucunun nereye çıktığını veya neyin içinden geçtiğini tam olarak bilmediğiniz tünellere itibar etmeyiniz sevgili okur.
Tünellenmeyi anlatabilmek için önce size Gediz hocamın Kuantum Bilinç dediği kavramdan ne anladığımı anlatmalıyım. Gediz hocam Kuantum Bilinç tanımlamasını, kuantum fiziği üzerine, “öz kuantum fizikçileri” dediği fizikçiler tarafından yapılan yeni yorum tartışmaları üzerinden ve kendi kuramı olan kaotik farkındalık – simülasyon kuramı üzerinden yapıyor. Bu bilinç, temelinde 20.yy’ın Nobel’li fizikçisi Richard Feynman’dan gelen Bose-Einstein yoğunlaşması özelliğini taşıyor.
Bose – Einstein yoğunlaşması adı verilen kavramın, basit bir şekilde, dosdoğru gitmesi gereken şeyleri bile, mesela en basit bir gözlemi bile adeta bize selam verdirircesine eğip büktüğünü, özdeş ve çok düzenli parçacıklar meydana getirme özelliği sebebiyle kristallerin de oluşum mekanizması ile ilgili olduğunu öğrendiğimde şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Gözleyen ile gözlenen arasındaki ilişki veya bağ gibi bir konuyu el almak, daima bizi bilinç, kuantum bilinç üzerine konuşmaya götürüyor hep. Hatta bilinç, kuantum bilinç, düzenli ve düzensiz sistemler gibi konular, ilginç bir şekilde tabiatın en düzenli oluşumları olan kristaller konusu ile kesişiyor. Kristaller gittikçe ilginçleşiyor. Gediz hocaya göre bilincin bir gerçekliği vardır ve bilinç beynin aldığı tüm algılarla ve dış dünya ile etkileşmeleri ile anılar, tecrübeler, tercihler ile zenginleşir, fakat üzerine kurulduğu gerçekliği aynı kalır. Aynı gerçeklik üzerinde doğar büyür ve yaşarız. Yaşamımız içinde gerçekliğimizin doğasında bir değişiklik olmaz ve gerçekliğimizin doğasını asla sorgulamayız. Gök daima göktedir, yıldızlar yere hiç dökülmemiştir. Dağlar durmakta, akarsular akmaktadır. Normal bir yaşam içinde bilincin, gerçekliği sorgulamasına ihtiyaç yoktur. Fakat beynimizin kuantum özelliğine sahip donanımları da mevcuttur ve bilincimiz bu donanımları kuantum fiziğinin de bize açıkladıkları ile harekete geçirmeye başladığında, bilinç kavramımızın önüne kuantum ifadesini de koymamız gerekiyor.
Mesela imkânsız olduğunu bildiğiniz bir şeyi gökyüzünde görmek gibi, “biz de seni görüyoruz” derlermişcesine gök cisimlerinden selam almak gibi. Sonra ekliyor hocam ‘Bu türden bir selamı almak, bilincimizin kuantum hali ile ilgilidir.’
Kuantum bilinç, kendi gerçekliğinin doğasını da sorgulayan, bir bilinç düzeyidir de aynı zamanda. Ayrıca evrenin de sahip olduğu sonsuz kuantum durumlarının bir araya gelmesinden oluşan bir bilinçtir Kuantum bilinç. Esasında bireyler olarak ayrı ayrı kuantum bilinçlerimiz de evrenin bu bütünleşik Kuantum bilincinin bir halidir veya ürünüdür diyebiliriz. Kuantum bilinç, kaotik farkındalık diyebileceğimiz bir özelliği de içinde barındırır. Bu ancak kendini algılamada ve dış dünya ile olan ilişkimizin belirsizleşmesinde, yani dualitenin bozulmasında ortaya çıkar. Örneğin gözlenen ile gözleyen ayırımının bozulduğu yerlerde ortaya çıkabilir. Örnek olarak da “Martılaşma” adını verdiği bir kavramdan bahsetti hocam. Martıyı gözleyen ile martının kendisi ayırımının bozulması, insanın bir an bile olsa kendini martının yerine koyması. Bunlarla ortaya çıkabilen kaotik farkındalık, içinde olduğu kuantum bilinçte düzensiz duyarlı simülasyonlara neden olur. Bu simülasyonlarda kuantum bilincin sahip olduğu gerçekliği dönüştürür. Artık bu dönüşüme uğramış insan her şeyi bu yeni gerçeklikle algılar, dış dünyayı bu yeni kuantum bilinç gerçekliğiyle görür. Gediz hocamın Kuantum Bilinç tanımlaması ve kaotik farkındalık olarak adlandırdığı kavramı bu şekilde anlıyorum ve size açıklayabiliyorum. Bu farklılaşmış bilinç hali durumunun, lüsid rüya görenlerin yaşadıklarını, bir gerçeklikten bir başka gerçekliğe geçtiklerine veya uzaylı varlıklar tarafından kaçırıldıkları, alı konulduklarına, temaslarda bulunduklarına, bedeni üzerinde deneyler yapıldığına veya hepsine birden “doğaüstü” diyebileceğimiz deneyimler yaşadıklarına inanan kişilerin tecrübelerini bilimsel bir temele oturtarak açıklayabilen en açık fikirli ve en mantıklı bilimsel görüş olduğunu düşünüyorum ve buradaki “hal” ifadesinin asla bir küçümseme olmadığının altını çizmek istiyorum.
Makalelerimi takip edenler, benim her konuya teolojik bir bakış açısı yakalayabildiğimi bilirler. Hatta benim için felsefe, teolojiden ibarettir. Konuştuğumuz konu ne olursa olsun ister yapay zekâdan, ister teknoloji çağı ve bilimsel gelişmelerden, genetik müdahalelerden, ister gezegenlerin, galaksilerin fethinden, ister işçi haklarından, kamu düzeninden, madencilik veya astronomiden konuşalım, daima Tanrı hakkında konuşuyoruzdur. Tanrıyı konuşmaktan uzaklaşamayız, mümkün değildir. Yaşadığı tüm gerçekliği bu şekilde algılayan bir zihin için, yani benim için Kuantum Bilinç ve Kaotik farkındalık konuları da daima ve doğrudan Tanrı ile ilgilidir.
Bence, Kuantum Bilinç, evrenin bilincidir. Yegâne bilinç. Sınırsız, sonsuz evren, sayısız atom altı parçacık, 7,7 milyar insan, farklı farklı toplumlar, tek bilinç. Elektrona “az önce seni gözlemlediler, her iki yarıktan aynı anda geçemezsin” ya da “az sonra seni gözlemleyecekler, her iki yarıktan aynı anda geçemezsin” diyen bilinçtir bence Kuantum Bilinç. Zaman üstü bir boyuttan söyleniyorsa eğer, bu iki cümle arasında fark yoktur zaten. Zaman üstü boyutta koşullar ve sonuçlar aynı şeydir.
Kuantum Bilinç, insanın da ulaşabileceği bir bilinç halidir, çünkü Kuantum bilinci meydana getiren donanımın bir parçasıdır insan. Karmaşık, kaotik bir veri ağındaki bir veri hücresinin ağa bağlı olduğu gibi, insan da Tanrı bilincine bağlıdır, onun bir parçasıdır. Kuantum Bilinç yazılımı, donanımı meydana getiren her bir veri iletim hücresine, şah damarından daha yakındır. Kuantum Bilinç, bu veri yolu üzerindeki veri akışının tümüdür. İnsan, kendisinin de bir parçası olduğu bu veri akışına erişebilir, onu etkileyebilir, değiştirebilir, yönlendirebilir. Kimisi buna “ermek” der, kimisi ise “ChristCounsciousness” ya da Tanrı Bilinci.
Kuantum bilinçte ne gözleyen vardır ne de gözlenen. Her şey insanın kuantum bilincinde yaşanandır. Kuantum bilinç haline geçişi tetikleyen bazı şeyler olduğunu düşünüyorum mesela bir korku eşiğinin aşılması. İnsanlar insanlara bir şey yaptırmak istedikleri zaman, önce onları korkutuyorlar. Fakat Tanrı insanın bir şey yapmasını dilediğinde, önce onun bir korku eşiğini aşmasını bekliyor. Korku eşiği aşıldığında, insan bilinci başkalaşıyor. Belki daha ileri bir versiyonuna evrimleşmiş oluyor ve bunun zihnimizde sonuçları oluyor. Bunu sizler de deneyebilirsiniz sevgili okur, bir şeyden, herhangi bir şeyden korkmaktan vazgeçin ve kendinizdeki değişimi izleyin.
Kuantum bilinçte tünellenmenin başlaması için insan zihnindeki bazı toplumsal hafıza ürünlerinin tetiklenmesi gerekiyor olabilir sanırım, mesela bir ilk hareketin gerekli olduğunu hissedebilirsiniz. Bu ilk hareket, toplumsal hafızamızda “dönme hareketi” olarak kayıtlı olabilir mesela. Dönerek başkalaşmak çok derin ve kadim bir sembolizmadır. Hepimizin hafızasında doğuştan mevcuttur. Buradaki dönme hareketi çarkların, disklerin dönmesi gibi bir dönme hareketidir. Çömlek tezgâhı üzerindeki çamurun dönmesi gibi, döndükçe ustasının ellerinde şekillenen, tünellenen ve iş görür bir hal alan kil gibi, basit bir çamurdan, kutsal kâseye kadar geniş bir yelpazede, sayısız sonsuz paralel ihtimalden herhangi birine evrimleşme süreci de bir çeşit tünellenmedir mesela. Kil, doğru paralel ihtimale tünellenebilirse kutsal kâse de olabilir, kırılıp çöp olup gidebilir de. Ve aslında bu ihtimallerin hepsi üst üstedir, bütünleşiktir. Çok boyutlu zihinler, bu bütünleşik ihtimalleri beraber değerlendirebilirler fakat bizler, gördüğü ihtimalin gerçekliğine mahkûm olanlar, çok boyutlu dâhilerin ne gördüklerini sanırım hiçbir zaman anlayamayacağız. Bu başlatıcı dönme hareketinin bazen bir yuvarlanma, bir rotasyon da olabileceğini de ekleyebilirim. Gediz hocam kuantum fiziğinin olduğu yerde, bu türden mekanikçi metaforları kabul etmiyor; Kuantum Bilinçte sebep sonuç ilişkisinin, mekanik sebep sonuç gibi çalışmayacağı kesin. Fakat adına sebep sonuç ilişkisi diyemesek bile bazı başlatıcılar veya yöntemler bulunduğunu keşfedebiliyoruz. Belki bunlara “inandırıcılar” dememiz mi daha doğru olur diye de düşünmedim değil.
Belli bir bilinç seviyesini yakalayabildiğiniz rüyalarınızda, ileriye doğru yuvarlanmayı deneyin mesela, kendinizi bambaşka bir gerçekliğin içinde bulabilirsiniz. Bunun böyle olduğunu söyleyen, tecrübeli ve inandırıcı kişilerden duyduğumuz için mi işe yaramıştır yoksa gerçekten mekanik olarak mı işe yaramıştır asla bilemeyeceğiz belki de… Sadece işe yarayıp yaramadığını bilebileceğiz. Ve işe yarıyor. Hatta bazen daha soyut bir dönme de mesela bir kartalın bulutların içinden geçerek yuvaya dönmesi de aynı değişimi başlatabilir. Kartalın yuvaya dönmesi çok daha uzun vadeli bir dönmedir belki de ve yuvaya ayak bastığı anda çok çok büyük bir çember tamamlanmış oluyordur. Kuantum Bilinçte tünellenme, bizi zihnimizin farklı bir versiyonuna götürüyor bizce. Bu noktada, Kuantum tünellemenin, insanın Kuantum bilincindeki gerçekliği yeni bir duruma geçirmesi için de Kaotik Farkındalığın duyarlılaşması gerektiğini ekliyor Gediz hocam. Tünellenme sonrasında bilincinin gittiği yeni gerçeklikte kaldığını düşünmek de hangi gerçekliğe gidersek gidelim bir süre sonra “hoşça kalın” deyip geri döndüğümüze inanmak da mümkündür. Hocam ise anladığım kadarıyla, tünelden gidip geri dönsek bile dönen bizin artık giden biz olmadığını; ya da gittiğimiz yeni gerçeklikte kalsak bile etrafımızdaki evrenin, aktörlerin, senaryonun, dekorun aynı kalmadığını, değiştiğini düşünüyor sanırım.
Tünellenmenin bir ucunda erme, erişme, daha güzele, daha gelişmişe ulaşma varsa, tünelin gerisinde de alınma, göğe yükselme, gayba karışma veya kaybolmak olmalı herhalde. Belki de ölüm. Tünelin sonunda kimimiz için hayatımızın amacı ve anlamı olabileceği gibi, kimimiz içinse altından kalkamayacağı, kaldırıp yerine koymak isterken elini kolunu kırıp, parçalayıp kaybedeceği bir ağırlık, dev bir yük, boyumuzu aşan bir sorumluluk da bulunuyor olabilir. İçimizi ısıtıp, hayatımızı aydınlatması beklenen ateşin ışıltısına kapılıp, ona doğru uçuşup kül olmamız da sevdanın bir parçası elbette. Biz yandık bittik kül olduk, ateşte hiçbir şey değişmedi diye düşünmemeliyiz; kanatlarımızı ve hatta bedenimizi de yakan, bizi yok eden ateş, biz onda yanıp kül olduktan sonra aynı ateş değildir artık. Onda da bir şeyler değişmiştir. Bizim yüzde doksan dokuzumuzu yakıp, yüzde birimizi sağ bırakan ateşte biz de yüzde bir kadarcık bir değişime sebep olmuşuzdur muhakkak. Onu arayıp bulduğumuzun, hatta bu dünyaya onu bulmak için geldiğimizin farkındadır ateş. Bu farkındalık ile ışıldar. Onu aramak için var olduğumuzun, onu bulduğumuzda rolümüzün bittiğinin farkındalığı…
Evren, bizim için hazırladığı şeyi arayıp bulmamızı istiyor elbette fakat eskilerin de deyişiyle, ararken Mevla’mızı da bulabiliriz, belâmızı da. İşin kötüsü, mevlamızı bulduğumuzda hayal kırıklığına uğrayabilir, belâmızı bulduğumuzda ise ondan kopamayabiliriz.
Mevlâ’nızın sizden, sizin Mevlâ’nızdan umudunuzu kesmediğiniz; belâdan uzak günler dilerim sevgili okur.